TARİHİN EN SÖNÜK İKTİSAT KONGRESİ
İzmir İktisat Kongresi'nin dördüncüsü İzmir Fuar alanında gerçekleştirildi
TARİHİN EN SÖNÜK İKTİSAT KONGRESİ
İzmir İktisat Kongresi'nin dördüncüsü İzmir Fuar alanında gerçekleştirildi. Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız'ın açılış konuşması yaptığı kongreye Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Başbakan Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı A. Latif Şener, Devlet Bakanı Ali Babacan, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Enerji Bakanı Hilmi Güler, OECD Genel Sekreteri Donald Johnson, IMF Başkanvekili Anne Kruger, bürokratlar ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri katıldılar.
Kongrenin ilk açılış gününde memurları temsilen bir konuşma yapan Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız, kamu çalışanlarının yüzde 37'sinin açlık, yüzde 57'sinin ise yoksulluk sınırı altında yaşamlarını sürdürdüğünü kaydetti. Faturanın her seferinde kamu çalışanlarına kesildiğini ifade eden Akyıldız, temennilerinin ülkenin, milleti ve çalışanların huzuru ve refahı için üretilecek projelerin en iyi şekilde uygulanması olduğunu söyledi. Akyıldız'ın konuşması şöyle:
"Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği'ne tam üye olabilmek için var gücüyle çalışırken, bir yandan da muhtelif aralıklarla krizler yaşamaktadır. Yaşadığımız krizler milletimizin daha iyi işler yapmak için gösterdiği gayret ve azmi kırmakta, gerek ekonomik gerekse sosyal alanda derin yaralar açılmaktadır. Son 15 yılda, iktidara gelenlerin siyasi iradeyi tek başına ellerinde bulunduramamış olmaları ve koalisyonla iş başına gelmeleri sonucu, hükümetlerin sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda radikal kararlar alamamasına yol açmış, yapısal reformların önü tıkanmış ve sonuç olarak da ağır ekonomik krizlerin zemini hazırlanmıştır.
Bugün gelinen süreçte tek başına iktidar ve siyasi istikrarın zemininin sağlanmış olması, ülkemizin Avrupa Birliği yolunda kat etmesi gereken mesafe bakımından önemli bir avantajdır. Nitekim 2001 yılında yaşadığımız krizin ardından, ülkede yakalanan istikrarın yansımaları, enflasyonun son 30 yılın en düşük seviyesine gerilemesi, GSMH'daki yükselmeyle kendini göstermiştir.
Bu rakamlar 2001 yılında yaşanan kötü günlerin sis perdesini aralamış, ileriye dönük umutlar beslememizi sağlamıştır. Ancak; bunun daha başlangıç olduğu ve önümüzde kat edilecek çok uzun bir mesafenin bulunduğu asla unutulmamalıdır.
2002 ve 2003 yıllarında yakalanan iyimser hava ve istikrar, kimseyi aldatmamalıdır. Hedefimiz olan Avrupa Birliği kriterlerinin henüz çok gerisinde olduğumuz gerçeğinden yola çıkarak, eksiklerimizi daha fazla görmeli ve bu eksiklikleri gidermek için daha ciddi ve tutarlı politikalar üretilmelidir.
Ulu önder Atatürk'ün işaret ettiği "muasır medeniyetler seviyesine" ulaşmak için milletçe pek çok fedakarlıklar gösterdik. Bugün de muasır medeniyet olarak gördüğümüz AB'nin normlarına ulaşmak için çalışıyoruz. Ancak; bunun, milletimizin, devletimizin ihtiyacı olarak görülmesi ve bu çerçeveden konuya yaklaşılarak hedef belirlenmesi gerekmektedir.
AB'ne tam üyelik sürecinde hükümetlerin önemle üzerinde durduğu konu Kopenhag Siyasi Kriterleri ve temel hak ve özgürlükler konusudur.
Oysa bu sürecin bir de ekonomik boyutu var ki, kanımca ülkemizin AB'ne üyeliği konusundaki en büyük engel de bu ekonomik boyuttur.
Yaşanan bazı ekonomik iyileşmelere rağmen işsiz sayısındaki artış; yatırıma ayrılan kaynakların yetersizliği düşünüldüğünde, bu durum önümüzdeki yıllarda da sürecek gibi görünmektedir.
Ülkemiz bir yandan yaşadığı ekonomik krizi, işsizlik ve istikrar sorunlarını çözmeye çalışırken, diğer yandan da hiç de yeni olmayan fakat yargıya intikal eden olay sayısı ve sıklığı dikkate alındığında, bugün ciddi boyutlara ulaştığı anlaşılan yolsuzluk sorunu ile karşı karşıyadır.
Yolsuzluk sonucunda, ekonomik açıdan uygun olmayan verimsiz yatırımların desteklenmesi, ülkemizdeki mal ve hizmet fiyatlarını yükseltirken, kaliteyi ve standardı da düşürmektedir. Ülkemizin borçları ve bağımlılığı artmakta, yüksek seviyedeki yolsuzluk, ekonomik büyümeyi de doğrudan ve olumsuz yönde etkilemektedir. Kamusal hizmet ve mallara yapılan uygunsuz ödemeler, mal ve hizmet kalitesini % 30 ile % 50 arasında azaltmaktadır. Yolsuzlukla boşa giden yatırımlar, kalitesiz mallar, gereksiz engeller karşısında bir türlü istediği ve hak ettiği hizmeti alamayan vatandaşlarımız, en küçük depremle birlikte yerle bir olan binalar, değerinin altında satılan kamu malları ve değerinin çok üstünde alınan mallar, talan edilen orman arazileri, uygunsuz yerleşim, plansız büyüme, yağmalanan hazine arazileri ve tarihi değerler yolsuzluğun son birkaç yılda milletimiz için uygun gördüğü sefaletin yalnızca bir kaçıdır. Batık bankalar, enerji, bayındırlık ihaleleri, neşter vurgunu ve kamu bankalarındaki usulsüz kredilerin milletimize olan bedeli ise 2001 yılında yaşadığımız ve hala etkisinden kurtulmaya çalıştığımız ekonomik kriz olmuştur.
Eğer AB kriterlerine uygun bir ekonomik yapılanma arzu ediliyorsa yolsuzluk yaptığı belirlenen tüm kişi ve kuruluşların üzerine aynı samimiyet ve kararlılıkla gidilerek, milli kaynaklarımızın ve milyarlarca doların, bir kısım kendini bilmezlerin eline, usulsüz bir yolla geçmesi önlenmelidir.
Bir taraftan ekonomik krizler, diğer taraftan yolsuzlukla yok olan kaynaklarımız, geride yatırımların yapılmadığı, yeni iş imkanlarının oluşturulamadığı bir ülke ve 2,5 milyona ulaşan bir işsiz ordusu ile ağır vergi yükü altında ezilen bir toplum bırakmıştır. Ekonomik konjönktürün getirdiği durum ve küreselleşme sürecine bağlı olarak sosyal devlet, refah devleti gibi anlayışların değişmesi sonucu sosyal ve refah devleti anlayışının terk edilmesi, toplum içinde gelir dağılımındaki adaletsizliği artıran en önemli faktör haline gelmiştir.
Sosyal devlet ilkesinden uzak bir şekilde uygulanan politikalar, toplumumuzun her geçen gün biraz daha yoksullaşmasına sebebiyet vermektedir.
Dünya Bankası, 2000 yılında aşırı yoksulluk sınırını kişi başına günlük 1 dolar olarak belirlemiştir. Gerek ülkemiz, gerekse dünya şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda bu kriterin, dünyada her geçen gün artan yoksulluğun boyutlarını gizlemek için, sermaye sahiplerinin ve küresel güçlerin bir aldatmacası olduğunu söylemek mümkündür. Yine de dünyada; günlük 1 doların altında gelir elde eden (Çin nüfusu hariç) aşırı yoksulların sayısı, 1 milyar 200 milyona yükselmiştir. Küreselleşme eğilimleri sonucunda, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın en büyük erdemler arasında yer aldığı bir toplumsal yapıdan, umursamayan, kendisinden başkasının sorunlarını görmeyen, bencil ve çıkarcıların egemen olduğu bir yapıya doğru gidişin tabii sonuçları olarak ortaya çıkan bu durum, aslında tüm insanlığın vicdanını sızlatmaktadır. Dünya Bankası'nın başkan yardımcılığı ve baş ekonomistliği gibi görevlerde bulunmuş ve ABD eski başkanı Bill Clinton'un finans danışmanlığını yapmış olan, 2001 yılı Nobel ekonomi ödülü sahibi Prof. Dr. Joseph Stiglitz'in belirttiği gibi Avrupa Birliği'nde inek başına günlük 2 Dolar sübvansiyon verilirken, insanların yaşaması için günlük 1 doları yeterli gören Dünya Bankası ve hamisi küresel güçlerin insanlık için koyduğu sınır da bu şekilde ortaya çıkmış olmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında AB'ne tam üye olmanın yolu, ancak yeni iş imkanları yaratacak ve yoksulluğu ve adaletsizliği giderecek "sosyal devlet" ilkesinden ödün vermeyen politikalardan geçmektedir.
Türkiye, kamu kesiminde çalışanlar açısından kamuoyu tarafından sürekli olarak olumsuz etkilenmeye çalışılan bir ülkedir. Gerek basın gerekse hükümetin söylemleri, kamuda çalışanların verimsiz, fazla ve gereksiz olduğu yönünde yanlış ve taraflı açıklamalardır. Kamudaki verimsizliğin, ülke üzerine büyük yük teşkil ettiği, bu nedenle bir çok kamu kuruluşunun bir an önce özelleştirilmesi gerektiği üzerine her gün yeni projeler gündeme getirilmektedir.
Oysa gerçek gösterilenden farklıdır. Her şeyden önce Türkiye'de kamu çalışanlarının sayısı nüfusa oranla fazla değil hatta azdır. Gelişmiş ülkeler bazında bakıldığında ortalama her 20 kişiye düşen kamu çalışanı sayısı ülkemizde ancak 30 kişiye hizmet verebilmektedir. Özellikle Avrupa'nın sanayi lokomotifi Almanya'da 81 milyon nüfusun 4 milyon 300 bini kamuda istihdam edilmekte, bu yapı ülkede her 18 kişiye bir kamu görevlisi düştüğünü ortaya koymaktadır. ABD'de ise bu durum daha çarpıcıdır. Yaklaşık 275 milyon olan nüfus içinde 20 milyon 572 bin kamu çalışanı ile her 13 kişiye bir kamu çalışanı hizmet sunmaktadır. İsveç'te % 58, Almanya'da % 53, Hollanda'da % 47, İngiltere'de % 41, İtalya'da % 39, ABD'de % 32 olan ekonomideki kamu payı Türkiye'de % 24 iken hala verimli, kar eden ve stratejik kuruluşlarımızın özelleştirilmeye ve kamu çalışanlarımızın sayısının azaltılmaya çalışılması 1. İzmir İktisat Kongresi'nin özüne aykırı bir durum teşkil etmektedir.
Bize göre Türkiye'de kamu kesimindeki en önemli sorun verimlilik sorunudur. Bu sorunun, kamudaki iş güvencesi dolayısıyla kişilerin verimsiz çalışmalarıyla meydana geldiği söylenip tüm suç kamu çalışanlarına yıkılmaya çalışılmaktadır. Kamuda verimlilik ile ilgili problemlerin olduğu açıktır. Ancak; en düşük sermayeli şirketlerin bile insan kaynaklarını geliştirmek için ayırdıkları eğitim ödenekleri şirketler için önemli meblağlar oluştururken, kamuda çalışanların eğitimleri için herhangi bir şey yapılmamakta ve bu çalışanlardan mucizeler beklenmektedir. Devlet kamu kuruluşlarını kurup, teknolojileriyle baş başa bırakmakta, çalışanlarının da verimliliğini maksimum kılmalarını beklemektedir. Eğer böyle bir sistem işler olsaydı, özel teşebbüs bu kadar sermayeyi neden teknoloji ve eğitime yatırmaktadır.
Bunun yanında, geçtiğimiz dönemde yaşanan gelişmeler, ne yazık ki işçi ve memur ücretlerinin, enflasyonun düşmesine rağmen, reel olarak azalmasına neden olmuştur. 2001 ve 2002 yıllarında gerçekleşen düşük reel artışın ardından (3,8-5,8) 2003 ve 2004 yılında maaşların reel değerleri -7,7 ve -5,05 oranında azalmıştır. Kamu görevlileri her an bu duruma isyan etse de yıllardır belirgin bir düzelme sağlanamamıştır. Coğrafi ya da fiziksel engeller nedeniyle temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlara; iş piyasasında yaşanan bu olumsuz gelişmeler sonucunda işsizler ve çalışanların büyük çoğunluğu da eklenmiştir.
Sermaye hareketlilikleri ve sosyal devlet anlayışının terk edilmesiyle azalan yatırımlar, rant ekonomisi, düşük ücretler ve kendi haline bırakılan piyasa, üretim ve katma değerin ağırlıklı olarak sermaye sahiplerine akmasına neden olurken, arkasında da yoğun bir işsiz kitlesi ile çalışan, ancak temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, yoksul bir toplum bırakmaktadır.
Yaşanan ekonomik krizler, yolsuzluk, uygulanan ücret politikaları ve özelleştirmelerle artan işsizlik ve zorlaşan yaşam şartları altında gelinen süreç, ülkemizde 12 milyon dolayında insanı açlık, 40 milyon kişiyi de yoksullukla karşı karşıya bırakmıştır.
Uygulanan ücret politikaları sonucunda 805 bin memur açlık sınırının altında, 1 milyon 239 bin memur da yoksulluk sınırının altında yaşamak zorundadır. Buna göre Türkiye'de memurların % 37'si aç, % 57'si de yoksuldur. Bu durum ülkemizdeki işgücünün ne denli ucuz olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
Neresinden bakılırsa bakılsın Türkiye, AB ülkelerinde en ucuz işgücüne sahip, işsizlik ve yoksulluğun kıskacında milyonlarca vatandaşı bulunan bir ülkedir. Ülkemizdeki işsiz sayısı, ucuz işgücü ve ağır çalışma şartları nedeniyle AB'ne üyeliğimize korku ile bakılmaktadır. Türkiye'nin AB'ne tam üyeliği noktasında birlik üyelerinin en büyük çekincesi, serbest dolaşım hakkıdır.
Birliğe girişimizle, işsizlik problemi olan insanlarımızla birlikte daha iyi şartlarda çalışmak isteyen pek çok çalışanımızın da AB'ye üye ülkelere akın edeceğinden endişe edilmektedir. Bu noktada, AB'ne uyum çabalarının, çalışma hayatına da yansıtılması hayati bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm siyasi ve ekonomik kriterlerin yanında, işsizliğin azaltıldığı, gelir dağılımının adil bir şekilde sağlandığı, çalışma şartlarının ILO standartlarına ulaştığı ve ücretlerin insanca yaşamaya yettiği bir iş piyasasının düzenlenmesi bizler kadar AB'nin de ön şartı olarak belirmektedir.
Çalışma hayatı, AB ve ILO standartlarına yükseltilmeden Türkiye'nin AB'ye tam üye olması imkansız görünmektedir. Çalışma hayatını düzenleyen kanunların iyileştirilmesi ancak çalışan kesimin de görüşleri alınarak sağlanabilir. Bu anlamda grevli, toplu sözleşmeli, sendikal hak ve özgürlüklerin kanunlarla korunduğu bir iş piyasasının oluşturulmasının Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği yolunu açacağından kuşkumuz yoktur.
Açık olan şudur ki; dışarıdan yapılan ekonomik ve siyasi dayatmalarla bu iş yürümemektedir. Türk ekonomisi başıboş, plansız, programsız bir biçimde uluslar ötesi sermayenin eline teslim edilmemelidir. Bu sermayenin bir vatanı korumak, gözetmek, bir milleti kurtarmak gibi bir sorumluluğu yoktur.
Oysa bu ülkede yaşayan herkesin böyle bir sorumluluğu vardır. Öyleyse bütün riskler göze alınıp, korkusuzca ileriye dönük planlar yapılmalıdır. Sanayi yatırımları yapılarak, tarım canlandırılarak, yeni vergi politikaları geliştirilerek, yeni istihdam imkanları oluşturularak hem üreteni, hem çalışanı, hem de ülkemizi "muasır medeniyetler seviyesine" el birliğiyle çıkarmalı, emin adımlarla AB yolunda yürünmelidir. Hazırlanacak milli bir plan ve programa biz Türkiye Kamu-Sen olarak her türlü desteği vermeye hazırız.
Amacımız ve umudumuz, ekonomik gelişmesini tamamlamış, dünyanın örnek aldığı bir ülke, her kesimin mutlu ve refah içinde yaşadığı bir toplumdur. Bu kongrenin, ülkemizin yüksek geleceği yolundaki tüm iyi niyetlerin, eyleme dönüştüğü bir kongre olarak tarihe geçmesi dileklerimle hepinize saygılar sunuyorum.
KONGREDEN NOTLAR
*Kongre, 1923 yılından günümüze yapılan en kapsamsız, hedefsiz ve sönük geçen kongre olarak tarihe geçti.
*Kongrenin daha ilk gününde bilgi, çalışma, strateji, kalkınma, görüş, öneri ve projeler yerine siyasetin tartışmaları yer aldı.
*4 trilyon TL'ye mal olan Kongre'de Başbakan tarafından sadece ve sadece IMF'ye olan sevgi dile getirildi.
*300'e yakın basın mensubunun takip ettiği kongre nedeniyle 6 bin polis görev aldı.
*1300 kişilik salonda açılış gününde sadece 800 kişi vardı.
*Türkiye'nin ekonomik ve iktisadi sorunlarına çözüm amacıyla çeşitli kesimlerin görüşlerinin alındığı kongrede, konuşmalarını yapan Başbakan Erdoğan, Bakanlar ve bürokratlar kendilerinden sonra konuşma yapan sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini dinlemeden salondan ayrıldılar