Gerek büyüklüğü ile ABD’nin dünya ekonomisi için önemi, gerekse Dolar’ın küresel ticaretteki yeri nedeni ile Amerikan Merkez Bankası (FED) politikaları, küresel ölçekte ülke ekonomileri üzerinde son derece etkilidir
Gerek büyüklüğü ile ABD’nin dünya ekonomisi için önemi, gerekse Dolar’ın küresel ticaretteki yeri nedeni ile Amerikan Merkez Bankası (FED) politikaları, küresel ölçekte ülke ekonomileri üzerinde son derece etkilidir. Özellikle, 2008 Mortgage Krizi sürecinde ve sonrasında ekonominin daralması, aktivitelerin düşmesi ve işsizlik oranının hızlı bir şekilde yükselmesi karşısında FED, politika faiz oranını rekor düşük seviyelere çekerek piyasaları fonlama maliyetini azaltırken, parasal genişleme programı ile dolanımdaki nakit miktarını artırmayı hedefledi. Daha basit bir anlatımla 2008 yılından sonra ABD faizleri düşürüp, piyasadaki Dolar miktarını artırarak, tasarrufları azalttı, harcamaları artırdı.
FED’in likit miktarını artırıcı bu programları hem reel ekonomide dünya ticaretinin ana değişim aracı olarak, hem de uluslararası piyasalarda varlıkların satın alınması için önemli bir konumda yer alan ABD Dolarının küresel piyasalarda miktarca artması ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin kolaylıkla borçlanabilmesi sonucunu doğurdu. Ülke içindeki faiz oranlarının düşüklüğü ve FED’in piyasaya bolca ucuz maliyetli Dolar sürmesi sonucunda yatırımcılar düşük maliyetlerle elde ettikleri dövizi, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere sıcak para olarak getirerek yüksek oranlarda kâr elde ettiler. Bu durum uluslar arası piyasalarda parasal anlamda bir genişlemeyi ve finansman kolaylığını da beraberinde getirdi.
Bu bolluk sonucunda Türkiye, ithal ürünlerin işgali altında ürettiğinden fazla tüketen, kazandığından fazlasını harcayan bir ülke haline geldi. Elimizdeki kaynaklar memura, işçiye, emekliye, dar gelirliye harcanacağına yandaşlara peşkeş çekildi. Üretim yerine tüketim özendirilerek, başka ülkelere kaynak aktarıldı. Özelleştirme gelirleri ve yeni alınan borçlar, faiz lobisini mutlu ederken, ülkemiz yıllarını boşa harcadı. Bu kısır döngü kırılmadığı, ekonomi üretime, yatırıma, istihdama ve refaha yönlendirilmediği için Türkiye ekonomik olarak en kırılgan ülkelerden birisi olarak kaldı.
FED, bir süre önce bu sürecin sonuna gelindiğini açıklayarak, artık piyasalara ucuz maliyetli finansman kaynağı sağlamayacağını duyurdu. Bununla birlikte önümüzdeki dönemde kademeli olarak faizleri yükseltebileceğini de ifade etti.
FED’in piyasalara sağladığı nakit Dolar miktarının azalması ya da parasal genişlemenin tamamen bitirilmesi yönündeki düşünceler, Doların değer kazanmasına neden olmakta ve daha pahalı ABD para birimi beklentisi ise paritelerde Dolar yönlü hareketlerin öne çıkmasına yol açarken, emtia fiyatlarında ve küresel hisse senetlerinde kayıpların görülmesine yol açmaktadır.
Gelinen noktada, özellikle 2015 yılı başından itibaren Türkiye’de de Dolar kurunda belirgin bir yükseliş gerçekleşmiş ve yaklaşık 2,5 aylık sürede Dolar, TL karşısında %12 değer kazanmıştır. FED’in faiz kararının yanında Dolar kurundaki bu artışın Türkiye için farklı birçok gerekçesi daha bulunmaktadır. Uzunca bir süreden beri istikrarlı bir büyüme sağladığı iddia edilen Türkiye ekonomisinin aslında söylendiği kadar sağlam temellere dayanmadığı, son gelişmelerde bir kez daha görülmüştür. En küçük siyasi istikrarsızlık karşısında dövizin yükselmesi, ülkeden ciddi oranda nakit çıkışının yaşanması ve şirketlerin kârlılık oranlarının düşmesi ekonomimizin bıçak sırtında olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır.
Türkiye’nin geride bıraktığı son 10-15 yıllık periyot ekonomik açıdan incelendiğinde, yurt içinde üretilen mal ve hizmet tutarının yükseldiğini, ülke ekonomisinin genişlediğini söylemek mümkündür. Ancak bu genişlemenin toplumun hangi kesimlerine ne şekilde yansıdığı, ekonominin diğer parametrelerinde ne tür değişiklikler yaşandığı en az milli gelirin büyümesi kadar önemlidir.
Ülkelerin sağlıklı bir büyüme göstermeleri, büyüyen ekonominin toplumun en alt gelir grubundan en üst gelir grubuna kadar hayat seviyesinin adil bir şekilde yükselmesi ve ülke kaynaklarının da ekonomik büyümeye paralel olarak artması ve zenginleşmesiyle mümkündür. Büyümenin; salt ekonomik verilerle açıklanacak matematiksel bir olgu olmaktan öteye sosyal yönünün daha önemli olduğu kabul edilmelidir.
Türkiye ekonomisinin son dönemde yaşadığı göreceli büyümede; uluslar arası piyasalardaki likidite bolluğunun yarattığı etkiyle, elden çıkarılarak yabancı sermayeye bırakılan KİT’ler, maden arazileri, limanlar, orman alanlarından elde edilen özelleştirme gelirleri ve yüksek miktarlı yeni borçlanma göz ardı edilemez. Öyle ki, 2002 yılından bugüne değin yaklaşık 50,5 milyar dolar tutarında özelleştirme geliri elde edilmesine rağmen sürekli büyüdüğü iddia edilen ülkemiz ekonomisinde dışarıya sattığımız malların tutarı, yurt dışından ithal ettiklerimizi karşılayamamıştır. Buna bağlı olarak bütün olumsuzluk ve krizlere rağmen 2001 yılında cari fazla veren bir ekonomiden, 2002-2014 arasında toplam yaklaşık 400 milyar dolar cari açık veren bir ekonomiye gelinmiştir. Cari açığı kapatmak için çare sıcak paraya dayalı borçlanmada bulunmuş; 2002 yılında 129,7 milyar dolar olan dış borçlar 2014 yılında yaklaşık 400 milyar dolara, aynı yıl 122,2 milyar TL olan iç borçlar ise 2014 itibarı ile 423 milyar TL’ye ulaşmıştır. Türkiye’nin toplam borç yükü 2002 yılında 230 milyar dolar dolayında bulunurken bugün bu rakam 600 milyar dolara dayanmış, bütçenin önemli bir bölümü faiz ödemelerine ayrılmaya devam etmiştir. Görülüyor ki, “IMF’ye olan borçları bitirdik” söylemi koca bir balon olmaktan öteye gidememiş, bir finans kuruluşuna olan borçlar kapatılırken, başka finans kuruluşlarından çok daha fazla borç alınmıştır.
Bütün bunlar yaşanırken ülkemizin büyük bir kesimi ya borçlanarak ya da yerel yönetimler ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü tarafından sağlanan yardımlar aracılığıyla hayatını devam ettirmektedir. İşsizlik, tarihin en ağır ekonomik krizini yaşadığımız 2001 yılı seviyelerinden daha aşağıya indirilememiş, vatandaşlarımızın kendileri ve ailelerine yetecek düzeyde bir ücrete kavuşması mümkün olmamıştır. Ülkemizde yaratılan dar mutlu azınlık kadrosu sürekli gelirlerini artırıp büyürken, toplumun geneli borç batağı içinde, sosyal yardımlara muhtaç olarak yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Bolluk dönemlerinde dahi sosyo-ekonomik verilerini dengeleyemeyen, gelir dağılımında adaleti sağlayamayan ülkemizde, Doların yükselmesinin vatandaşlarımızın cebine olumsuz bir yansımasının olmayacağı görüşü ise koca bir yalandır. Özellikle belirtmek gerekir ki, Türkiye enerji açığını yurt dışından karşılamaktadır ve döviz kurlarında ortaya çıkan her türlü değişim, enerji maliyetlerini ve buna bağlı olarak üretim maliyetlerini doğrudan etkilemektedir. Bununla birlikte özel sektör dış borç toplamı 275 milyar Doları, ülke içindeki sıcak para ise 131 milyar Doları bulmuştur. ABD’nin faiz artırmasıyla birlikte, sıcak para daha yüksek getirili ve daha güvenli limanlara kaçacaktır.
Bu durumda Dolar kuru daha da artacak Dolar yükseldikçe, özel sektörün borç ödeme maliyetleri de aynı oranda yükselecektir. Kimi uzmanlar, yükselen döviz fiyatlarının ithalatı azaltacağı, ihracatı artıracağı, dolayısıyla ekonomiye de olumlu bir katkı yapacağı iddiasında bulunmaktadır. Türkiye’de yapılan her 1 Dolarlık ihracat için 0,6 Dolarlık ithalat yapılmak zorunda olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Kısacası, FED’in kararlarıyla bolluk içinde har vurup harman savuranlar, gerekli ekonomik tedbirleri alıp, tüketim ekonomisi yerine teknolojik yatırımlara ağırlık verseler, sıcak parayı Güney Kore gibi uluslar arası ölçekte cep telefonu, bilgisayar yazılımı, nano teknoloji, genetik gibi alanlara aktarabilmiş olsalardı, önümüzdeki süreçten kâr ederek çıkabilirlerdi.
Bugün memur maaşları, dolar kurundaki artışlar ve enflasyonla birlikte değerlendirildiğinde 2015 Ocak ayından beri %14 dolayında değer kaybetmiş durumdadır. Dolar kurundaki bu yükseliş hemen her alanda maliyetlerin artmasına yol açacak ve yeni zamları da beraberinde getirecek, olan yine vatandaşa olacaktır.
Topluma şirin görünmek, popülaritesini devam ettirmek ve iktidarını pekiştirmek için ekonomik gerçekleri göz ardı ederek faizlerin indirilmesini savunmak kolaydır. Zor olan, durum bu raddeye gelmeden tehlikeyi fark edebilmek ve gerekli tedbirleri alarak ülkeyi, devleti ve vatandaşını koruyabilmektir. O da, her siyasetçide bulunmayan bir özelliktir.
İsmail Koncuk
Genel Başkan