Türkiye Kamu-Sen İlçe ve İşyeri Temsilcileri Toplantısı Kırşehir’de yapıldı
Türkiye Kamu-Sen İlçe ve İşyeri Temsilcileri Toplantısı Kırşehir’de yapıldı. Toplantıya; Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Türk Diyanet Vakıf-Sen Genel Başkanı Nuri Ünal, Türk Enerji-Sen Genel Başkanı Celal Karapınar, Türk Tarım Orman-Sen Genel Başkanı Ahmet Demirci, Türkiye Kamu-Sen Kırşehir İl Temsilcisi ve Türk Eğitim-Sen Kırşehir Şube Başkanı Bilal Türk, Türkiye Kamu-Sen’e bağlı Şube Başkanları, İlçe ve İşyeri Temsilcileri katıldı.
Toplantıda konuşma yapan Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Ulu Önder Atatürk’ü ölümünün 74. Yılında bir kez daha şükran ve rahmetle anarak, şunları kaydetti: “Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının yapmak istediklerini genç nesillere daha güçlü bir şekilde anlatmamız gerekir; onları beyinlere, gönüllere nakşetmek gerekir. Ezan dinmesin, bayrak inmesin diye mücadele eden Atatürk’ü ve şehitlerimizi bir kez daha şükranla ve rahmetle anıyoruz. Milli değerlerimizin içinin boşaltılmaya çalışıldığı bir dönem yaşıyoruz. Ne adına bunların yapıldığının düşünülmesi lazım. Çok kötü bir şey yaparsınız, ama öyle bir sunarsınız ki, insanlar sizin çok güzel bir şey yapacağınızı düşünür. Birilerinin kafasında bir resim var. Nasıl bir resim? Türkiye’de etnik kökenlerin öne çıkartıldığı bir resim. Türk adının, Türklük tanımının tamamen ortadan kaldırıldığı bir resim. Türkiye’nin eyalet sistemiyle yönetilmeye çalışıldığı bir resim. Güneydoğu Anadolu Bölgemizin Irak’ın kuzeyiyle birleştiği büyük Kürdistan hayali kuranların oluşturmaya çalıştığı bir resim. Bunları iyi görmemiz lazım.
Atatürk’ün ölüm yıldönümünde bunları hatırlıyorum. Misak-ı Milliyi hatırlıyorum. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü hatırlıyorum. Vatandaşlarımızın etnik kökeni ne olursa olsun bir ve beraber olduğumuz günleri hatırlıyorum. Ama bugün neleri konuşur hale geldik. 10 yıl önce aklımızdan bile geçirmediğimiz mikrop anlayışların bugün bir bir uygulandığına şahit olmuyor muyuz? Diyarbakır Belediyesinin önüne Türk bayrağının yanı sıra, bilmem ne bayrağını asmak isteyen Belediye Başkanlarının varlığını hep birlikte görmüyor muyuz? Ana dilde eğitim tartışmalarının ne boyuta geldiğini görmüyor muyuz?
Bakın savunma hakkı diye bir şey çıktı. Hükümet düne kadar savunma hakkına karşı çıkıyordu. Bugün ise Sayın Başbakanın ağzından, Hükümet sözcüsü, savunma hakkı konusunda talimat aldıklarını söyledi. İnsanlar gerçekten bir dili bilmiyorlarsa, kendi dillerinde savunma yapabilirler; ama bunu kurumsal bir hak haline getirirseniz, o zaman, Türkiye’de ikinci bir dilin varlığına razısınız demektir. Siz savunma hakkını gerçekte Türkçe bilen ancak başka niyetleri olanların bir talebi olarak görmelisiniz . Çünkü adam Türkçe biliyor, ama adamın derdi başka. İkinci bir dilin Türkiye’de hakim olmasını istediği için savunma hakkı istiyor, Türkçe bilmediği için değil. Dolayısıyla bunu ihtiyaç olarak değil, mevzi kazanmak olarak değerlendirmek lazım. Terör örgütünün kazandığı bir mevzi olarak görmek lazım. Bu durum, basit bir insan hakkı olarak değerlendirilemez. Her etnik kökene savunma hakkını verirseniz, insanlara kamu kurumlarında kendi diliyle hizmet alma hakkını verirseniz, sonuçta dil birliğini sağlayamamış bir devlet olursunuz. ABD’de, Fransa’da, Almanya’da böyle bir şey varsa, biz de yapalım. Gelişmiş dünyada olmayan birçok saçmalık maalesef insan hakkı diye gündeme getiriliyor. Dolayısıyla önümüzdeki fotoğrafı görmemiz lazım. Önümüzdeki fotoğraf bölünmüş bir Türkiye’dir. Bu ne adına yapılıyor? ‘Türkiye’nin mutluluğu, medenileşmesi adına yapılıyor’ diyorsanız, biz de destek verelim. Bölünmüşlüğün fotoğrafı huzur verecekse, biz de destek verelim. Herkes şunu bilmelidir ki; bölünmüşlük, Anadolu coğrafyasında yaşayan etnik kökeni ne olursa olsun kimseye fayda sağlamaz.
Türkiye nereye gidiyor? sorusunu herkesin kendisine sorması gerekir. ‘Bunlar olsa ne olur?’ diyenler var. Bunlar tek tek bir şey ifade etmez, ama bütünleşince önümüze öyle bir Türkiye fotoğrafı çıkar ki… Bu; yangın yerine dönmüş bir Türkiye fotoğrafıdır. Hedefleri, sevinçleri, üzüntüleri farklı olan bir ülke oluruz. Oysa biz tasada da, kıvançta da bir olan olması gereken bir toplum olmalıyız.”
Çalışma hayatı ile ilgili sorunları da ele alan Genel Başkan Koncuk, kamu çalışanlarının iş güvencesinin tehdit altında olduğunu kaydetti. Koncuk şunları söyledi: “Eğer siz milli bir sivil toplum olmaktan, demokratik bir kitle örgütü olmaktan vazgeçerseniz, o zaman sizin sendikacılığınızı hangi zeminde yapacağınız tartışılır. Biz bir sendikayız. Bu nedenle sendikacılığımızdan da bahsedelim. Türkiye’de çalışma hayatına yönelik çok ciddi tehditlerle karşı karşıyayız. Bunlar nelerdir? İş güvencemiz tehdit altında. Cumhuriyet tarihinin en önemli kazanımı, iş güvencesidir. İş güvencesinin kamu çalışanlarına verilmesinin tek bir sebebi var: Bir devlet memuru olarak, devlet, millet adına görev yaparken, siyasi iktidarların baskılarından uzak olsun, milletin ve devletin menfaatlerini korkmadan korusun diye, soyut olan devlet kavramını somutlaştıran devlet memurluğu anlayışından hareketle devlet memurlarına iş güvencesi verilmiştir. Ama bugün devletin yapısı değiştirilmeye çalışırken, devlet memurluğu tanımı bu yönüyle ortadan kaldırılmak isteniyor. Yerel Yönetimler Yasası görüşülüyor. Yarın anayasada yapılacak değişiklikler çerçevesinde yerel yönetimlere haklar verildikten sonra şu söz konusu olabilecek: Okulların, hastanelerin tüm ihtiyaçları belediyeler tarafından karşılanacak, atamaları, tayinleri terfileri yerel yönetimler yapacak. Eğer böyle bir yapılanma birilerinin planında varsa- ki var olduğunu biliyoruz- o halde bu anlamda devlet memurluğu sıfatının olmaması lazım. İş güvencesine sahip devlet memurluğu modeli, bu yapılanmanın önündeki en büyük engeldir. Bu yapının değişmesi lazım. Peki nasıl değişecek? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bunu açıkça yapıyor. Başka bir istihdam modeli getirilmeye çalışılıyor. ‘Ömür boyu iş garantisi olur mu? Çalışan da, çalışmayan da aynı maaşı alıyor. Zaten Türkiye’de devlet memuru sayısı çok fazla’ diyorlar.
Türkiye’de devlet memuru sayısı fazla değil. Devlet memurlarının sayısını gelişmiş ülkeler ile karşılaştıralım. OECD ülkeleri ortalamasına göre, 15 vatandaşa bir devlet memuru düşüyor, Türkiye’de 29 kişiye 1 devlet memuru düşüyor. Türkiye’nin OECD ortalamasını yakalaması için 2 milyon 600 çalışan üzerine, 2 milyon 281 bin kişi daha istihdam etmesi lazım. Fazlalık yok. Aksine Türkiye’de devlet memuru sayısı, OECD ülkelerine göre neredeyse yarı yarıya daha az. Bunlar oluşturulmak istenen kirli senaryonun birer gerekçesi olarak ortaya atılıyor.
Maliye Bakanı bütçedeki sapmanın nedeni olarak memur zamları ve öğretmen alımını gösteriyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, ‘bütçenin üçte ikisi personel harcamalarına gidiyor’ diyor. Bu yalan. 363 milyar TL’nin 87 milyar TL’si personele ayrılıyor. Bunun içinde sadece devlet memuru maaşı yok, işçilerin maaşı da var. Peki bu yalanlar neden söyleniyor? Oluşturmak istedikleri yeni çalışan modelini yaratmak için, devlet memurluğu sisteminin köhnemiş olduğunu söylüyorlar, bunun devletin sırtında bir kambur olduğunu anlatıyorlar. Allaha şükür ki doğruları söyleyecek, mücadele edecek bir Türkiye Kamu-Sen var. Bu yürek, bilgi birikimi bizim teşkilatlarımız da var.
Türkiye’de bunlara engel olmak, kamu çalışanlarına kurulan tuzağı engellemek için iyi bir mücadele lazım. Ama kamu çalışanlarının bu mücadelenin neresinde? Bu soruyu cevaplamakta zorlanıyorum. Bakın 2002 yılında taşeron firmalarda çalışan eleman sayısı 15-20 bin idi. Bugün 498 bin 887. Belediyeleri de dahil ettiğimizde 1 milyon 67 bin. Çocuklarımıza üniversite okutuyoruz, onları yetiştiriyoruz, onlara gözümüz gibi bakıyoruz; sonra taşeron firma patronlarına ‘iliğini sömür’ diyoruz. Onları elimizle teslim ediyoruz. Sömürülmek üzere kendisine iş bulan iktidar partisinin il başkanına ya da milletvekiline de diyoruz ki; ‘Allah senden razı olsun.’ Çocuklarımız 730 TL’ye güvencesi olmayan, hastalanma hakkı olmayan işlerde çalışıyor. Soruyorum: Sen çocuğunu taşeron patronlar sömürsün diye mi büyüttün? ‘İyi işler yapıyoruz’ diyorlar. Sömürü düzeni mi iyi işler? Böyle bir şey olmaz.
Tüm bunlarla mücadele etmek için doğruları söyleme cesaretinde olan sendikalara destek vermek lazım. Bu nedenle tüm arkadaşlarımıza ciddi görev düşüyor. Tüm bu tehditlere engel olmamız lazım. Ama bugün bir hastanede çalışan bir ebe, bir imam küçük menfaatlerde sendikal tercihlerini ortaya koyuyorsa, o zaman bindiğimiz dalı kesiyoruz demektir. Bir okul müdürü ‘başıma bir iş gelir diye sendikal tercihini yapıyorsa, o zaman ‘yandık’ demektir. Hepimiz gidelim sarı sendikacılara destek olalım, bütün bu tehditlere boyun eğelim, biz de gemilerimizi yüzdürelim, işimize bakalım. Ne güzel bir sendikacılık. Hiç riski göze alma, tehditleri söyleme, sadece alkışla ve 650 bin üye bul. Bunları kim destekliyor? Toplumun dinamikleri olduğunu düşündüğümüz kamu çalışanları destekliyor. Bu tabloyu bizim hızla kamu çalışanlarının lehine düzeltmemiz lazım. Bu tezgahı kuranların, yanlış içinde olduklarını hatırlatacak mekanizmaları güçlendirmemiz lazım. O da Türkiye Kamu-Sen’dir. Bunları anlatmak bizim görevimizdir. Sendikal tercihte ortaya konulan aymazlığın kendisine maliyetinin ne olacağının kamu çalışanının beynine nakşedene kadar anlatacağız. Hep beraber bu mücadeleyi daha sağlam, inanarak, tehditleri görerek, hissederek yaparsak, tehditleri de bertaraf etmemiz mümkün olacak. Bu tehditler 2 milyon 600 bin kamu çalışanının tamamını ilgilendiriyor ve çocuklarımızın geleceğini etkiliyor. Çocuklarınıza taşeron firma elemanı olmaları yönünde bir gelecek istiyorsanız, buna bir diyeceğimiz yok. Ancak bunları tehdit olarak görüyorsanız, o zaman sendikal mücadelede yer almanız gerekir. Bu noktada her türlü mücadeleyi ortaya koyacağız, gerekirse her türlü gerginliği yaratacağız.”
...::: GENEL BAŞKANIN KONUŞMASI İÇİN TIKLAYINIZ :::...