Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü Prof" />
Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü Prof
Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İlker Hüseyin Çarıkçı’yı ziyaret etti. Genel Başkan’a Türk Eğitim-Sen Genel Sekreteri Musa Akkaş ve Genel Mali Sekreteri Seyit Ali Kaplan da eşlik etti. Genel Başkan daha sonra Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Çalışma Ekonomisi Bölümünün düzenlediği “Türkiye’de Kamu Çalışanlarının Haklarının Savunulmasında Sendikacılığın Etkinliği” konulu panele konuşmacı olarak katıldı. Panelde Genel Merkez Yöneticileri, Isparta İl Temsilcisi ve Türk Eğitim-Sen Isparta Şube Başkanı Ali Balaban, Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Murat Okcu, akademisyenler, üniversite çalışanları ve öğrenciler katıldı.
Hangi siyasi ya da ideolojik bakış açısı ile bakarsak bakalım, ortak paydamızın Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Milleti ve Anadolu coğrafyası olduğunu unutmamalıyız.
Genel Başkan İsmail Koncuk panelde yaptığı konuşmada bu vatan topraklarının milletimizin ortak paydası olduğunu söyleyerek, bu ortak paydada hareket etmemiz gerektiğini ifade etti. Koncuk şunları söyledi. “Ülkemizin geleceği olan gençlerimiz ile sohbet etmek, onlara sendikacılığın ne olduğunu anlatmak önemli bir fırsattır. Bu daveti hiç düşünmeden zevkle kabul ettim. Bugün de Allah nasip etti, hep birlikte olma imkânı bulduk. Sözlerime başlarken öncelikle bütün şehitlerimize Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. Şehitlerimizi unutmamak, onlara dua etmek milli görevdir.
Türkiye içte ve dışta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Ülkemizde yaşananları milli bir duyarlılıkla takip ediyorsunuz. Yaşadığımız her şeyden bir ders alarak ileriye yönelik bir projeksiyonda bulunmamız gerekir ki, bu badirelerden daha rahat kurtulabilelim. Öncelikle şunu söyleyeyim; bu vatan bizim. Etnik kökenimiz, meşrebimiz, mezhebimiz ne olursa olsun, Anadolu coğrafyası, milletimizin ortak paydasıdır. Dolayısıyla bu ortak paydada her alanda buluşarak yürümek zorundayız. Eğer bu zemin altımızdan giderse, tartışacak hiçbir şeyin kalmayacağı şuuruyla hareket ederek, olayları değerlendirmek zorundayız. Günü yaşayabiliriz ama sadece günü yaşamak, konjonktürel düşünmek, nefislerimize hoş gelecek şeyleri söylemek belki bizi rahatlatır ama geleceğimizi inşa etmemiz için yeterli değildir. Yaşanan tüm olaylardan bir ders çıkararak, yüzümüzü geleceğe dönerek hareket etmeliyiz. Siyasi saiklerle düşünebiliriz ama hangi siyasi ya da ideolojik bakış açısı ile bakarsak bakalım, ortak paydamızın Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Milleti ve Anadolu coğrafyası olduğunu unutmamalıyız.”
Bütün çalışmalarımızın merkezine insana sevgiyi, insanın huzurunu ve mutluluğunu koyarsak ilk düğmeyi doğru iliklemiş oluruz.
İnsanı sevmenin önemine değinen Koncuk şöyle konuştu: “Çalışma hayatını önemsiyoruz. Çünkü insan, insanca yaşaması gereken bir varlıktır. Şeyh Edebali’nin ifadesiyle; ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.’ İnsanı temel almayan hiçbir değerlendirme bizi doğruya götürmez. Şeyh Edebali’nin bu sözü hem çalışma hayatı bakımından hem de devlet-vatandaş ilişkileri bakımından temel alınması gereken bir sözdür. Demek ki; insanı temel almadan devlet yaşayamaz. İnsana kıymet veremeden devlet varlığını sürdüremez. Devleti ebed müddet anlayışı var. Devletin varlığı önemli ama insanı kaybettiğiniz zaman, o devlet dediğiniz kavram kendiliğinden ortadan kalkıyor. O halde bütün değerlendirmelerimizi, kanaatlerimizi bu perspektifle ortaya koymamız bizi doğru bir sonuca götürecektir.
İnsanı yaşatmak nedir? İnsanı yaşatmak, öncelikle insana kıymet vermektir, insanı sevmektir. Dini anlayışımızda böyle değil midir? Yüce Dinimiz; ‘İmanı olmayan cennete gidemez.’ ‘Sevmeyenin imanı olmaz.’ diyor. Dinimiz sevgiyi en temele yerleştiriyor. Sevgi olmadığında iman da olmuyor. O halde sevmek ile meseleye başlayacağız. Sadece bizim gibi düşünenleri değil, herkesi seveceğiz. Büyüklük buradadır. Bunu başarabildiğimiz oranda bu ülkede huzur, mutluluk olur. Herkes bizim gibi düşünmek, davranmak zorunda değildir. Aşık Veysel’in de ifade ettiği gibi;
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’olmasa
Aşık Veysel, ‘Farklı düşünmek, düşman olmayı gerektiren bir şey değildir; düğümü çözmek adına temel bir ihtiyaçtır’ diyor. Peki biz ne yapıyoruz? Farklı düşünmeyi bir düşmanlık olarak görüyoruz. Oysa bütün çalışmalarımızın merkezine insana sevgiyi, insanın huzurunu ve mutluluğunu koyarsak ilk düğmeyi doğru iliklemiş oluruz. İnsanı kucaklamadan, insanı sevmeden neye başlarsak başlayalım, ilk düğmeyi yanlış iliklemiş oluruz ki, sonraki düğmelerin doğru iliklenmiş olma ihtimali olmaz.”
Siyasal iktidar bütün uyarılarımıza rağmen, 2012 yılında yaptığı bu değişiklikle adeta ‘Toplu sözleşme masasını bir dikensiz gül bahçesine çevirmek istiyorum. Ayağıma takılan bir sendikal anlayış istemiyorum’ mantığıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla şu anki 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu kamu çalışanlarının taleplerine gerçek anlamda cevap veren bir kanun değildir.
Sendikacılık önemli bir faaliyet olduğunu söyleyen Koncuk, “ Ama sendikacılığın Türkiye’de nasıl yapılması gerektiğine biz bir türlü karar verebilmiş değiliz” dedi. ‘Nasıl bir sendikal anlayış lazım?’ sorusunu hala tartıştığımızı kaydeden Koncuk, mevcut sendikacılık kanunundaki eksikliklere değindi. Koncuk şöyle konuştu: “Dünya literatürlerinde sendikacılığın tarifi bellidir. Türkiye’de 1995 yılında Anayasa’da yapılan değişikliğinin ardından 2001 yılında da 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nu çıkarıldı. Bu, toplu görüşme hakkı veren bir kanundu. Ama yeterli değildi. Türkiye Kamu-Sen olarak sendika kanunu çıkmasını önemli bir adım olarak gördük ve kanunun yapılış aşamasında o dönemdeki yöneticilerimiz doğrudan görev aldılar. Ama elbette bu, eksik bir kanundu.
Aradan geçen 9 yılın ardından 2010 yılında yapılan referandumda toplu sözleşmeli bir sendika kanunu çıkarılmasına karar verildi. 2012 yılında sendikalar kanununda köklü değişiklikler yapıldı. Kanun; 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu adını aldı. Bu kanunla toplu görüşme, toplu sözleşmeye dönüştü.
Toplu görüşme kararları Hükümetin insiyatifi ile uygulanan kararlar olduğu için pek arzu ettiğimiz bir kanun değildi. Toplu sözleşme hükümleri ise mutlaka uygulanması gereken hükümlerdir. Buna rağmen 2015 yılında imzalanan toplu sözleşmenin tam 21 maddesi hala uygulanmadı. Bunu karar alıcılar bakımından bir kusur olarak değerlendiriyorum. Tribüne oynamak, insanlara hoş görünmek amacıyla bir takım yuvarlak uçlu kararlar alırsanız, onların uygulanma imkânı bulunamayabilir. 2015 yılında yapılan toplu sözleşmenin bu yönü ile ciddi eksiklikler ihtiva ettiğini Türkiye Kamu-Sen olarak ifade etmiştik. Ancak şunu da söylemeliyim ki; toplu sözleşme her hâlükârda bizim anladığımız anlamda sendikacılık faaliyetine en uygun düzenlemedir.
2012 yılında yapılan bu düzenleme elbette yeterli değildir; maalesef taleplerimizin çok uzağında bir düzenlemedir. Siyasal iktidar bütün uyarılarımıza rağmen, 2012 yılında yaptığı bu değişiklikle adeta ‘Toplu sözleşme masasını bir dikensiz gül bahçesine çevirmek istiyorum. Ayağıma takılan bir sendikal anlayış istemiyorum’ mantığıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla şu anki 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu kamu çalışanlarının taleplerine gerçek anlamda cevap veren bir kanun değildir.
Türkiye birçok uluslararası sözleşmeyi imzalamıştır. Avrupa Sosyal Şartı, Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı, İLO Sözleşmeleri -gerek 87 Sayılı, gerek ise 151 Sayılı ILO Sözleşmeleri- Amsterdam Anlaşması vb. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin imzalamış olduğu sözleşmelerdir. Ancak sonuçları itibari ile düşündüğümüzde, ülkemizde yapılan toplu sözleşmede son sözün siyasal iktidar tarafından veriliyor olması çok ciddi bir handikaptır. Mademki bir müzakere söz konusu, o halde müzakerenin eşit şartlarda yapılması gerekir. Şu anki sendika kanununda maalesef eşit şartlarda yapılan bir müzakere anlayışı yoktur.”
Siyaset, karşısında güçlü bir sendikal anlayış istenmiyor, dolayısıyla da kanunlar böylesine eksik gedik düzenlenerek, sendikaların etkinliğini azaltmaya çalışıyor.
Genel Başkan Koncuk, mevcut yasayla toplu sözleşmede yetkili sendika dışındaki diğer sendikaların elinin kolunun bağlandığını söyleyerek, siyasetin güçlü bir sendikal anlayışı karşısında görmek istemediğini söyledi. Koncuk şunları ifade etti: “Toplu sözleşmeyi yetkili konfederasyon başkanı ile hükümet adına kamu işveren tarafını temsilen bakanın imzalama yetkisi var. Bu iki kişi imzayı attığı takdirde toplu sözleşme masasında olan diğer sendikaların itiraz hakkı yok, dava açma hakkı yok, Kamu Görevlileri Hakem Heyeti’ne başvuru hakkı yok. Yapılan kanuni düzenleme ile diğer sendikaların adeta elleri kolları bağlanmıştır. Toplu sözleşmede Hükümet tarafından dikensiz bir gül bahçesi oluşturulması hesap edilmiştir. Buna rağmen daha önceki yıllar ile karşılaştırdığımızda kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı verilmesi bir adım olarak değerlendirilebilir ancak yeterli olmadığını söylemek gerekir. Siyaset karşısında güçlü bir sendikal anlayış istenmiyor, dolayısıyla da kanunlar böylesine eksik gedik düzenlenerek, sendikaların etkinliğini azaltmaya çalışıyor.”
Haklarımızı alamadığımızda yine demokratik haklarımızı kullanarak, kanunlara bağlı kalarak, alanlarda düşüncelerimizi seslendirmeliyiz. Dolayısıyla sendikacılığın esas yapıldığı yerler alanlardır.
Sendikal faaliyetin sadece toplu sözleşme masasında yapılamayacağını bildiren Koncuk, “Türkiye Kamu-Sen olarak şunu ifade ettik; sendikal faaliyet sadece toplu sözleşme masasında yapılmaz. Haklarımızı alamadığımızda yine demokratik haklarımızı kullanarak, kanunlara bağlı kalarak, alanlarda düşüncelerimizi seslendirmeliyiz. Dolayısıyla sendikacılığın esas yapıldığı yerler alanlardır. Toplu sözleşme masasında sadece sendikacılık yapılamayacağını, gerektiğinde her alanın bizim için bir sendikal faaliyet alanı olduğunu her zaman ifade ettik ve çalışmalarımızda bu yönde oldu” diye konuştu.
Sendikacılık siyasi iktidarlara yaranma mekanizması olamaz, olmamalıdır. Bunun literatürde bir adı var: Sarı sendikacılıktır. Sarı sendikacılığın uzağında bir anlayışın sendikal alanda güçlenmesini, etkili olmasını sağlamamız lazım.
Genel Başkan Koncuk, “Ne iş yaparsak yapalım, adını ne koyarsak koyalım, o hedefe uygun bir yapılanmayı ortaya koymamız lazım” diyerek, kamu çalışanlarını sarı sendikalara karşı uyardı. Koncuk şöyle konuştu: “Mesela yumurta üretmek için tavuk çiftliği mi kurdunuz, o zaman şartlarını ona göre hazırlayacaksınız. Balık üretme çiftliği mi kurdunuz, hedeflerinize uygun olmak zorundadır. Sendikacılıkta böyledir. Sendikacılık neden yapılır? Sendikacılık siyasi iktidara yaranma mekanizması olamaz, olmamalıdır. Bunun literatürde bir adı var: Sarı sendikacılıktır. Sarı sendikacılığın uzağında bir anlayışın sendikal alanda güçlenmesini, etkili olmasını sağlamamız lazım. Ama maalesef bunu da Türkiye’de başarmak pek mümkün değildir. Çünkü bu alana da müdahaleler oluyor. Mesela ‘Aman filan sendikaya üye olun, filan sendikaya üye olmayın’ deniliyor. Anladığımız anlamda sendikal yapının güçlenmesi siyasal iktidarlar için bir risk, bir tehdit olarak görülebilir, değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu alana da siyasi müdahaleler yapılabiliyor. Bilhassa memur sendikacılığının hedef kesimi Türkiye’nin en entelektüel kesimi olan kamu çalışanlarıdır, akademisyenler, öğretmenler, sağlık çalışanları vb. bütün okumuş insanlar, sendikalarının hedef kitlesidir. Buna rağmen arzu ettiğimiz anlamda bir sendikal yapılanmayı Türkiye’de sağlayamadığımızı da ben itiraf etmek zorundayım. Bu; baskılardan, yaratılan sanal korkulardan kaynaklanmaktadır.”
Bütün dünyada gelişen anlayış; sivil toplum kuruluşlarının büyümesi, etkin hale gelmesi ve yönetimlerde söz sahibi olmasıdır. Belki de Türkiye’nin en büyük handikapı budur.
Doğruları yapan bir sendikal anlayışın Türkiye’de güçlenmesini sağlamamız gerektiğini söyleyen Koncuk, “TBMM, siyasal iktidarlar elbette çok önemlidir ama sendikaların sendikalaşma alanında yapılması gerekenlerden uzak tavırlar sergilemesi Türkiye’nin yönetim anlamında da ciddi eksikler yaşaması sonucunu doğurmaktadır. Bir şekilde yönetimin içerisinde olmak gerekir. Millet olarak yönetimin içinde olmak gerekir. ‘Milletvekilini nasıl olsa seçtim, benim adıma yönetiyor’ anlayışı doğru değildir” diye konuştu.
“Bütün dünyada gelişen anlayış; sivil toplum kuruluşlarının büyümesi, etkin hale gelmesi ve yönetimlerde söz sahibi olmasıdır” diyen Koncuk, sözlerini şöyle sürdürdü: “Belki de Türkiye’nin en büyük handikapı budur. Sendikal alanda mutlaka bağımsız bir sendikacılık literatürü oluşturmalıyız, sendikacılığın ne demek olduğunu konuşup, kararlaştırarak uygulamaya geçirmemiz gerekir. Aksi takdirde çalışma hayatındaki problemleri çözemeyiz.”
Bir özel statü ile taşeronların çalışma hayatına monte edilmesine dair çalışmalar yapıldı. Sayın Davutoğlu’nun görevi bırakmasından sonra bu düzenleme hayata geçirilmedi, adeta unutuldu. Gerçi bazı açıklamalarda Sayın Başbakan ‘Bu iktidarımızın sözüdür’ diyor. Bu sözün takipçisiyiz.
Taşeronlaşmaya dikkat çeken Koncuk şöyle konuştu: “Bakınız; 2002 yılında Türkiye’de bütün kamuda taşeron çalışan sayısı sadece 20 bin idi. Bugün bu sayı kamuda 730 bine ulaştı. Belediyeleri de dahil ettiğimizde taşeron çalışan sayısı 1 milyon 200 bine yükselmektedir. Özel sektörü de dahil edersek, ülkemizde taşeron çalışan sayısı 2.5 milyondur. Taşeron sistemi tam sömürü sistemidir; hakkı, hukuku olmayan, kaderi idarecilerin iki dudağı arasında şekillenen bir çalışma düzenidir ve şu anda maalesef evlatlarımıza, gençlerimize vaat edilen gelecek taşeron çalışma hayatıdır.
Son olarak kiralık işçi düzenlemesi yapıldı. Türkiye Kamu-Sen olarak, ‘Milletin çocuklarını kiralık hale getirmeyin’ dedik ama dinletemedik. Bu yapılmak istenenlere gözümüzü yummayacağız. Yıllardır taşeronlaşmaya dikkat çeken bir hareketiz. Bugün hastanelerde devlet memurlarının yapması gereken işleri temizlik firmasının elemanları yapıyor. Bu çalışma sistemi ne yazık ki adeta genel istihdam türü haline geldi.
1 Kasım Genel seçimleri öncesinde dönemin Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun taahhütlerinden bir tanesi de taşeronlara kadro verilmesi idi. Bu önemli taahhüttü; eleştirenler oldu. Çünkü devlet memuru olmak için KPSS’ye girilmesi gerekiyor. Taşeronların bu şekilde kadroya geçirilmesi, KPSS’ye giren evlatlarımıza haksızlık olarak değerlendirilebilir. Ancak işin bir başka boyutu da şudur: Taşeronlaşma insan onuruna yakışmayan bir çalışma sistemidir. Buna mutlaka dikkat etmemiz lazım. Bir özel statü ile taşeronların çalışma hayatına monte edilmesine dair çalışmalar yapıldı. Ancak Sayın Davutoğlu’nun görevi bırakmasından sonra bu düzenleme hayata geçirilmedi, adeta unutuldu. Gerçi bazı açıklamalarda Sayın Başbakan Binali Yıldırım, ‘Bu iktidarımızın sözüdür’ diyor. Bu sözün takipçisiyiz. Taşeron çalışma sisteminin ortadan mutlaka kaldırılması lazım. Evlatlarımızın geleceği açısında son derece önemlidir.”
Toplumda memurlar ile ilgili öylesine yanlış bilgiler oluşturulmuş ki, memurlar kadın ise örgü ören, erkek ise bilgisayar başında iskambil, okey oynayan insanlar olarak gösteriliyor. Bütün devlet memurlarını böyle tanımlayan bir zihniyet söz konusudur. Bunlar doğru değildir.
657 Sayılı DMK’nın değiştirilmek istendiğini söyleyen Koncuk, şunları kaydetti: “Son zamanlarda 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda değişiklik yapılması sürekli konuşuluyor. Zaman zaman bazı köşe yazarları, sivil toplum kuruluşu yetkilileri ‘657 Sayılı DMK değişmelidir’ diyor.
Sayın Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde Çankaya Köşkü’nde bir toplantıya katıldım. Toplantıda iş adamlarını temsil eden bir STK’nın Başkanı, ‘657 Sayılı DMK değişmelidir’ dedi. Ben müdahale ettim, ‘Sizi ne ilgilendiriyor? Sen iş adamısın, hayatında bir kez 657 sayılı DMK’yı okudun mu?’ diye sordum. ‘Okumadım’ dedi. ‘Hayatında bir kez okumadığın bir kanunla ilgili 2 milyon 600 bin insanı ve onların ailelerini ilgilendiren bir konuda sen ahkam kesiyorsun’ dedim. Bazı köşe yazarları da ‘657 Sayılı DMK değişmeli’ diyor. Şimdi bu sözde köşe yazarlarına, ‘657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun neresi değişmelidir?’ diye sorsak, cevap veremezler. Yukarılardan birileri 657 Sayılı DMK değişsin demiş ya, bunlar da yağ çekmek, şirin görünmek kanaatiyle hareket ederek milyonlarca insanın kaderini ilgilendirecek bir konuda ahkâm kesiyorlar.”
Bakınız; toplumda memurlar ile ilgili öylesine yanlış bilgiler oluşturulmuş ki, memurlar kadın ise örgü ören, erkek ise bilgisayar başında iskambil, okey oynayan insanlar olarak gösteriliyor. Bütün devlet memurlarını böyle tanımlayan bir zihniyet söz konusudur. Bunlar doğru değildir. Devlet memurları ile ilgili bilgi kirliliği oluşturuluyor. Her meslek gurubunda çalışmayan insanlar vardır. Ama bunu genele şamil hale getiremeyiz. Bakınız; Türkiye’de memur sayısı gelişmiş ülkelerle mukayese edilemeyecek kadar azdır. OECD ülkelerinin ortalamasını baz aldığınızda her 15 vatandaşa bir devlet memuru düşüyor. Türkiye’de ise 29 vatandaşa bir memur düşüyor. Şanlıurfa ve İstanbul’da 43 vatandaşa bir memur düşüyor. Belçika’da 12 vatandaşa bir memur düşüyor. Hatta bazı ülkelerde 9 vatandaşa bir memur düşüyor. Demek ki OECD ülkelerinin ortaya koyduğu kalitede bir hizmete ulaşmak için 2 milyon 600 bin olan memur sayısını 5 milyon 200 bine çıkarmamız lazım. Bu ülkeleri de baz aldığımızda Türkiye’de istihdam ettiğimiz memuru tam 3 katına çıkarmamız lazım.”
Devlet memurlarının iş güvencesi var’ diyorlar. Üzerine basa basa söylüyorum; devlet memurlarının iş güvencesi yoktur. Devlet memurlarının yaptığı işin özelliğinden dolayı elbette birtakım korumaları var, olmalıdır da. Çünkü devlet memuru devlet adına imza atan bir meslek grubudur. Eğer devlet memurunun birtakım hakları olmasa, her siyasi iktidarın açık hedefi haline gelir.
Devlet memurlarının iş güvencesi olmadığını, yaptığı işin özelliğinden dolayı birtakım korumaları olduğunu söyleyen Koncuk, şöyle konuştu: “Toplum, 657 Sayılı DMK’da ‘Devlet memurları ne yaparsa yapsın asla ve kata işten atılamaz’ diye bir cümle yazdığını zannediyor. Çünkü siyasetçi topluma böyle anlatıyor. Bu, asla doğru değildir. ‘Devlet memurlarının iş güvencesi var’ diyorlar. Üzerine basa basa söylüyorum; devlet memurlarının iş güvencesi yoktur. Devlet memurlarının yaptığı işin özelliğinden dolayı elbette birtakım korumaları var, olmalıdır da. Çünkü devlet memuru, devlet adına imza atan bir meslek grubudur. Eğer devlet memurunun birtakım hakları olmasa, her siyasi iktidarın açık hedefi haline gelir.
Mesela bir taşeron firma tarafından devlet dairesi binası yapılıyor. Temel atılıyor, toprak olan temelden kaya çıkmış diye rapor tutması isteniyor, bu da devlete daha fazla maliyet demek. Memur arkadaşımıza baskı yapıyorlar. O müttehidin de siyasi gücü arkasında mutlaka vardır. Eğer devlet memurunun arkasında bir kanuni koruma olmasa, onun siyasi gücünden elbette korkacak- ki bu korumaya rağmen devlet memurları korkuyorlar- memur imzayı atacak. Peki kim kaybedecek? Devlet kaybedecek, millet kaybedecek. Devlet memurunun bu tür olaylar karşısında elbette korunması lazım. Yoksa Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma işten atılmasın kanaati ile yapılmış bir düzenleme değil ki! Dolayısıyla bu konuları çok iyi bilmemiz ve topluma iyi anlatmamız lazım. Çalışma hayatında yaşadığımız problemleri nasıl çözebiliriz, bunları konuşmamız ve iyi etüt etmemiz lazım.”
Eğer al gülüm, ver gülüm şeklinde bir sendikacılık anlayışı isteniyorsa, bu çok kolaydır. Gelene ağam, gidene paşam dersiniz koltuğunuzu korursunuz, sendikanızın üye sayısı artar ama o üyelerinizin bütün kazanımlarını da zaman içerisinde kaybedersiniz. Maalesef Türkiye böyle bir sendikacılık anlayışı ile karşı karşıyadır.
“Türkiye’de nasıl bir sendikacılık lazım?” sorusunu soran Genel Başkan Koncuk, “İlkeli, kararlı ve korkmayan bir sendikacılık anlayışı lazım” dedi. Koncuk sözlerini şöyle sürdürdü: “Çünkü sendikacılığın doğasında muhalif duruş gerektiren bir anlayış vardır. Sendikacılık idareye karşı, idarenin eksikliklerine karşı yapılan bir faaliyettir. Eğer al gülüm, ver gülüm şeklinde bir sendikacılık anlayışı isteniyorsa bu çok kolaydır. Gelene ağam, gidene paşam dersiniz koltuğunuzu korursunuz, sendikanızın üye sayısı artar ama o üyelerinizin bütün kazanımlarını da zaman içerisinde kaybedersiniz. Maalesef Türkiye böyle bir sendikacılık anlayışı ile karşı karşıyadır. Sadece memur sendikaları için bahsetmiyorum, işçi sendikalarında da maalesef bu anlayış hâkimdir. Ülkemizde birilerine yaranarak koltuğunu koruma anlayışı vardır. Bu sendikal anlayışın ne üyelerine, ne ülkemize ne de çalışma hayatına bir katkı sunabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla sağlam bir sendikal anlayışın Türkiye’de kök salmasını sağlamamız gerekir. Çalışma hayatı ile ilgili yapılan her düzenleme evlatlarımızın, torunlarımızın geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir.”
Ülkemizde işsizliğin tavan yaptığını kaydeden Koncuk, “Sayın Başbakan yaptığı açıklamada, mecbur kalmadıkça kamuya personel almayacaklarını söyledi. Türkiye’de işsiz 430 bin İİBF mezunu, 450 bin işsiz öğretmen, işsiz 1 milyon meslek yüksekokulu, 2 milyon lise mezunu var. Sendikacı olduğunu söyleyen herkesin Sayın Başbakan’ın bu sözünü eleştirmesi gerekir. Genç işsizlikte adeta dünya rekoru kıracağız. Bunu sineye çeken bir sendikal anlayışın ne ülkemize ne de gençlerimize faydası olmaz. Gençlere sahip çıkmayan bir sendikal anlayışın, ülke geleceğine sahip çıkabileceğini söyleyebilmek mümkün mü? İktidar, ‘Biz şu kadar öğretmen atadık’ diyorlar. Bu insanları kendi cebinden atamadın ki, devletin parası ile atadın!
Üstelik 15 yıl önce ataması yapılmayan öğretmen sayısı 72 bindi, bugün neden 450 bine yükseldi? Bu sorunun cevabının verilmesi lazım.
Gençlerimizi hiçbir zaman unutmayacağız. Gençlerimize nasıl bir gelecek sağlamalıyız, ne yapmalıyız? Bunu düşüneceğiz. En radikal tedbirler ne ise ortaya koymalıyız. Gençlerimizi sokağa terk edemeyiz. Aksi takdirde ülkemiz daha kötü noktalara gider. Şu anda genç işsizlik tavan yaptı. Hiç kimse ‘Ben paçayı yırttım’ mantığı ile hareket edemez. Bu açıdan baktığımızda Sayın Başbakan’ın ‘mecbur kalmadıkça kamuya personel almayacağız’ sözü kabul edilemezdir. ”
Bu ülkede elbette külfet paylaşılmalıdır. Vatanımız için şehitte olacağız amenna. Gözümüzü kırpmadan şehit oluruz. Ama bu ülkede nimeti de paylaşacağız. Biz Türkiye Kamu-Sen olarak sadece külfette değil, nimette de gelin ortak olalım diyoruz.
YÖK’ün öğretmenlik tercihi yapacak öğrencilerin ilk 240 bine girme şartı getirmesini “doğru bir karar” olarak nitelendiren Koncuk şöyle konuştu: YÖK’ün kararı, eğitim fakültelerine yönelik talebi azaltmaya yönelik bir karardır ve doğrudur. Eğer her üniversitede bir eğitim fakültesi açarsanız, bu sonucu doğurursunuz. Fen-Edebiyat fakültesi mezunlarına formasyon veriyoruz. Onların parasını alıyoruz, buna rağmen gençlerimize istihdam yaratmıyoruz, adeta umut satıyoruz. Oysa bu ülke bizim. Ülkemizi ancak gençlerimize verdiğimiz değer oranında büyütebilir, geliştirebiliriz. Gençliğinin umutları körelmiş bir ülkenin geleceği olmaz. Dolayısıyla sendikal anlayış bu alanda da mücadeleyi gerektiriyor. STK’ların bunları dillendirmesi ama Türkiye’de sivil toplum örgütü neredeyse kalmamış ki! Hepsi yağcılık sıralamasına girmiş. Olmaz. Yağcılık yaparak, sivil toplum faaliyetinde bulunamazsınız. Sivil toplum kuruluşlarının hedefi ülkenin geleceği olmalıdır. ‘Bilmem nerenin başkanlığı için yağ çekeyim, bilmem ne sendikasının başkanlığında daha fazla kalmak için yağ çekeyim’ Bu yanlış bir anlayıştır. İstihdam yaratılmayan, gençleri bir köşede unutulmuş bir ülke olmaz. Her zaman şunu söylüyoruz: Bu ülkede elbette külfet paylaşılmalıdır. Vatanımız için şehitte olacağız amenna. Gözümüzü kırpmadan şehit oluruz. Ama bu ülkede nimeti de paylaşacağız. Biz Türkiye Kamu-Sen olarak sadece külfette değil, nimette de gelin ortak olalım diyoruz.”
İstisnai kadrolar bakan ve milletvekili yakınlarının devlet kadrolarına torpille girilmesinin yolu haline getirildi. Oysa ki istisnai kadrolar, devletin hizmetine ihtiyaç duyduğu insanların sınava tabi tutulmadan devlet hizmetinde kullanılması olarak kurgulanmıştır. Ama istisnai kadro bile istismar edilir hale gelmiştir.
İstisnai kadronun istismar edildiğini söyleyen Koncuk, “Bir istisnai kadro var. İstisnai kadro, 657 Sayılı DMK’nın değişmesi gereken maddelerinden bir tanesidir. Gelin bu maddeyi değiştirelim. Ne kadar torpilli varsa, bu istisnai kadrolardan devlet memurluğu kadrolarına geçiyor. Milletvekilin çocuğu, bakanın yakını… Sadece mevcut iktidar için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın, Türkiye’de gelenek haline gelmiş. Mesela bir bakana özel kalem müdürü atayacaksınız. 657 Sayılı DMK’da istisnai kadro adı verilen bir düzenleme yapılmış. Buna göre sınava tabi tutulmadan istediği kişiyi özel kalem müdürü olarak alıyorlar, bir süre sonra başka kuruma kaydırıyorlar; sonra başkasını özel kalem müdürü yapıyorlar, bir delik açılıyor. Bu uygulama tüm kurumlarda var. İstisnai kadrolar bakan ve milletvekili yakınlarının devlet kadrolarına torpille girilmesinin yolu haline getirildi. Oysa ki istisnai kadrolar, devletin hizmetine ihtiyaç duyduğu insanların sınava tabi tutulmadan devlet hizmetinde kullanılması olarak kurgulanmıştır. Ama istisnai kadro bile istismar edilir hale gelmiştir” dedi.
KPSS’de soru hırsızlığı ile mülakatla torpil yapılması arasında ne fark var? İkisi de aynıdır. İkisi de kul hakkı yemektir.
Koncuk sözlerini şöyle sürdürdü: “Son düzenlemelerle birlikte maalesef öğretmenlik mesleği tarihinde ilk defa mülakatlı hale geldi Öğretmenler daha önceleri sadece KPSS ile atanabiliyordu. Bu noktada 2010 yılındaki KPSS hırsızlığını hatırlatmak istiyorum. 2010 yılında KPSS hırsızlığı yaşandı. Bu hırsızlığı Türk Eğitim-Sen olarak ortaya çıkardık ve Eğitim Bilimleri Sınavı’nın iptalini sağlamıştık. O dönemde yüksek puan alan gençler bize kızmıştı. Hatta ‘Başkanım, bunlarla uğraşma’ diyenler oldu. ‘Neden?’ diye sorduğumda, ‘Yüksek puan aldık. Eğer bir kez daha sınava girersek ve yüksek puan alamazsak, ne olur? dediler. Bunun üzerine ‘Bu hırsızlığı görmezden gelmemi istiyorsunuz?’ diye sordum. ‘Evet’ dediler. Ben de ‘Buna razı gelemem. Hırsızlık var ve biz bu sınavın iptal edilmesi için ne gerekiyorsa yapacağız’ demiştim. Nitekim hırsızlığın belgesini ortaya koyduk. Hırsızlık yapanlardan bir tanesi Isparta’nın Yalvaç ilçesindeydi. Bu kişi, sınavdan 5 gün önce soruların geldiğini itiraf etti ve Eğitim Bilimleri Sınavı’nı iptal etmek zorunda kaldılar. Üzüldüğüm nokta şu: 2010 yılında bu mücadeleyi verirken, herkes koro halinde beni suçladı. ‘Hırsızlık yok. Sendika başkanı yalan söylüyor’ dediler. Haklı olduğumuz ortaya çıktı, şimdi de bizim verdiğimiz belgeler ile hırsızlığın üzerine gidiliyor. Biri KPSS’de hırsızlık yapmış, biri istisnai kadrolarla torpilli yerleştirilmiş, biri de mülakat sistemi ile torpilin yolunu açıyor. Ne farkı var? Sadece yöntem farklıdır. Hiç kimse kusura bakmasın, doğruları söyleyeceğiz. KPSS’de soru hırsızlığı ile mülakatla torpil yapılması arasında ne fark var? İkisi de aynıdır. İkisi de kul hakkı yemektir. Bu nedenle Türkiye’de alın terinin kıymeti harbiyesinin olmasını sağlamak hepimizin görevidir.”
İsterseniz oy verdiğiniz siyasi parti iktidara gelsin, hatayı söylemek bizim görevimiz olmalıdır. O zaman görevimizi yapmış oluruz.
Genel Başkan’ın konuşmasının ardından soru-cevap bölümüne geçildi. Koncuk sorulara verdiği cevaplarda şunları söyledi: “ Ben doğruları söylemeye çalışan bir insanım. İsterseniz oy verdiğiniz siyasi parti iktidara gelsin, hatayı söylemek bizim görevimiz olmalıdır. O zaman görevimizi yapmış oluruz. Sendikacılığın bu yönü mutlaka olmalıdır. Ama bunları yaparken yakıp yıkmayacağız. Dükkân camlarını kırmak, ortalığı yakıp yıkmak sendikacılık değildir. Ama demokratik haklarımızı da sonuna kadar kullanmalıyız. Siyasi iktidarlar ‘meydanı boş buldum, her şeyi yaparım’ anlayışında olmamalıdır. Ne yazık ki bu konuda Türkiye’de çok açık kapı var. İnsanlar, her şeyi alkışlamaya hazır bir şekilde bekliyor. Hz. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “Bir haksızlık gördüğünüzde önce elinizle, gücünüz yetmiyorsa dilinizle engel olmaya çalışın, o da olmuyorsa kalbinizle (içinizden) buğzedin, bu imanın en zayıf noktasıdır.’ Elle müdahale edelim demiyorum ama hiç olmazsa doğruları söyleme cesaretine de sahip olalım. Bu noktada tüm sendikaların bir öz eleştiri yapması lazım. Doğruları söylemek bir risk mi? Evet, risk. Çanakkale’ye, Kurtuluş Savaşı’na gitmek de riskti ama bu memleketin evlatları cesaretle savaştı. Biz İngiliz’den, Fransız’dan korkmadık. Üç günlük dünyada da doğruları söyleyeceğiz, kimseden korkumuz yok."