Prof
Prof. Dr. Mümtaz Soysal net konuştu:
ZAFER DEĞİL FİYASKOBurası, Kıbrıs Vakfı... Vaktiyle Dışişleri Bakanlığı'nın da girişimiyle ama, Kıbrıs konusunda gönüllü çalışmak isteyenlerin katılımıyla kurulmuş bir vakıf. Bir süredir Dışişleri Bakanlığı, burayla ilgisini kesti. Biz davaya inanmış kişiler olarak devam ediyoruz.
ZAFER Mİ, FİYASKO MU?
Son İsviçre toplantına Sayın Denktaş gitmediği için onunla birlikte Kıbrıs'ta kaldım. Ama İsviçre'deki görüşmelerin her aşamasını çok yakından izledik ve bu vesileyle söyleyeyim ki, İsviçre'deki toplantıda başında Sayın Talât'ın bulunduğu delegasyon, belki oraya gelen bütün delegasyonlardan çok daha canla başla çalıştı, fakat, bugün "zafer" diye adlandırılan, ama aslında korkunç bir "fiyasko" olan sonucun ortaya çıkmasına engel olamadı.
Geldiğiniz için teşekkür ederim. Medyada, kanal, gazete ve köşe sahiplerinin tutumlarından çok farklı olarak, onlara rağmen burada söylenenleri habercilik olarak yansıtmaya çalışın. Bir halkın, bütün bir kamuoyunun aldatılmasına yönelik bir operasyonu, gerçek yönüyle sizlere yansıtmak üzere buradayım. Bunu bir an önce başka kurullar, başka kişiler daha fazla aldatılmadan yapmak istiyorum.
NEYE EVET, NEYE HAYIR?
Böyle bir olayı, "zafer" diye yansıtılan ve "zafer" olmayan bir olayı -aslında 9 bin sayfalık bir yazılı biçimi olan fakat ne yazık ki Türkçe olarak değil, Yunanca olarak da değil, İngilizce yazılmış bir olayı- gerçek yönleriyle yansıtmak da kolay değil.
Gerek yarın MGK'da, gerek öbür gün TBMM'de tartışılacak olan, Kıbrıs'ın iki yanında tartışılan, herkes birbirine anlattığında, henüz bu tartışan ve konuşan kişilerin anadillerine bile çevrilmemiş -böylesine 9 bin sayfalık bir metni bu dillere çevirmek için dahi vakit yok- nerede kaldı ki, tartışılıp anlaşılsın. Yunanistan ve Türkiye'de milyonlarca; Kıbrıs'ın iki yanında yüz binlerce insanın kaderini çok yakından ilgilendiren, hakkında oy kullanacakları, sözünü ettiğim ülkelerde bir kısmı meclisler olarak, bir kısmı da vatandaş olarak oy kullanacakları, bir olay.
Annan Planı'nın beşincisi üzerinde tartışıyoruz şimdi ama, biliyorsunuz birinci plan ortaya çıktığı zaman biz Kıbrıs Türk tarafı olarak "bu plan özde yanlıştır., böyle bir şey olmaz demiştik", onun için şimdi yapacağım eleştiriler bu beşinci metne ilişkindir ama, aslında eleştirilmesi gereken planın özüdür.
ANLAŞTIKLARI TEK ŞEY ANLAŞMADIKLARI
Fazla vaktimiz yok, fakat şu kadarını söyleyeyim; yıllardır süren bir anlaşmazlıkta, birbirleriyle çarpışmış, yıllarca mücadele etmiş iki halkın anlaşmazlığında henüz "anlaşma" yoktur.
Yani o iki halk, kendi "temsilcileri" aracılığıyla anlaşmış değillerdir. Onların anavatanları da kendi temsilcileri aracılığıyla anlaşmış değillerdir.
Fakat ortada bir plan vardır. Bunun en büyük zayıflığı, boşlukların -boşluk denen şey aslında büyük, temel anlaşmazlık noktalarıdır- bir kişi tarafından o bir kişinin de, yani genel sekreterin de bunu tam olarak, bildiğini anladığını sanmıyorum- ya da onun yardımcısı olan birkaç kişi tarafından ve onların gerisindeki düzinelerle diplomat tarafından yazılmış olan bir metindir.
Özü yanlıştır, çünkü anlaşma sağlamadan, o halkların, doğrudan doğruya kaderlerini etkileyeceği halkların oyuna sunulmaktadır. Üstelik, onların da anlamaları sağlanmadan halkoyuna sunulmaktadır.
Bu bakımdan bunun içindeki temel yanlışları -temel diyorum çünkü, özetinin özetini ancak 3 sayfaya sığdırabildim sizinle paylaşmak istiyorum.
BOŞLUKLAR DOLDU MU?
Planın kendisi bunun içinde... Yani, geçen gün İsviçre'de taraflara geceyarısı verilen planın metni bu, ama o verilen metinde de boş sayfalar var... Kısmen doldurulmuş, kısmen boş bırakılmış sayfalar var.
TARTIŞMASIZ HARİTA
Onlardan iki örnek göstermek isterim size. Bu, harita sayfasıdır; harita, yeni bir harita değildir, eski haritadır. Bu harita üzerinde, bu defa da tarafların bir müzakeresi olmamıştır. Daha önce çıkarılmış olan haritalardan biridir... Bir defasında iki harita olarak çıkmıştı biliyorsunuz, biri ucunda Karpaz'ta Rumlara verilmiş bir kanton bulunan bir haritaydı, bu "Karpaz'sız" dediğimiz, o uçtan bir şey verilmeyen, ama başka yerlerinden daha fazla verilmiş olan bir haritadır...
Bu aşamada, bunun üzerinde son iki ayı adada ve daha sonra İsviçre'de geçen süreçte tartışması dahi yapılmamıştır. Taraflar, ne veriyoruz, ne alıyoruz, onun üzerinde karşılıklı görüşmüş değillerdir; BM, bu görevi de yapmamıştır. Bu konudaki tartıştırma ve anlaştırma görevini yapmamıştır. BM genel sekreteri, kendisine BM Güvenlik Konseyi'nce verilen yetkiyi de aşmıştır.
Şunu hemen söyleyeyim, ben ömrümde, başından beri bu işlerle uğraşan biri olarak, böyle bir hukuk olayı görmedim. Dünya tarihinde de bir benzerinin bulunduğuna sanmıyorum.
İYİ NİYET Mİ, DAYATMA MI?
Genel sekretere verilen yetki, "iyi niyet" görevidir. "İyi niyet" görevi, tarafların tartışmasını, uzlaşmasını sağlamak için altyapı oluşturmaktır. Bir araya gelmelerini ve buna destek olabilecek hizmetlerin sağlanmasını gerçekleştirmeye yönelik bir görevdir.
Bunu çok çok aşarak, "ben sadece iyi niyet görevi yapacağım" diyerek başladığı bir aşamada, sonuçta taraflara 9.000 sayfalık bir paketin zorla kabul ettirilmesini sağlamaya yönelmiştir.
SÖZDE ÇÖZÜM
Bunun için, bunun en büyük eksikliği bir "sözde çözüm" olmasıdır. Çözüm değil, "sözde çözüm"dür. Bu çözüm genellikle sanılanın ve Türkiye'ye resmi ağızlardan duyurulanların aksine iki eşit "egemen" devlet arasında ve onların birbirini
tanıyarak "ben, seni meşru sayıyorum", "sen de beni meşru sayıyorsun" denerek, onların ortak rızası ile oluşturulmuş bir çözüm değildir.
TANINMAMA
KKTC'nin egemen devlet olarak tanınmamışlığı devam etmektedir. Sanmayın ki, devlet oldu da böyle bir anlaşmaya devlet olarak katılıyor; hayır, tanınmamışlığı devam etmektedir. Çünkü, değişik bir ad arkasında oluşturulan, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti denen devlet görüntüsünün arkasında, bizim neredeyse 40 yıldır Kıbrıs Rum Yönetimi dediğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti'nin hukuken devamıdır.
Evet, görünürde bir bayrağı vardır, görünürde bir marşı vardır, sözleri olmayan insanların ancak "hım hım" diye söyleyecekleri bir marşı vardır. Madam Butterfly operasında bir "hım hım korosu" vardır, koristler ağızlarını açmazlar, "hım hım" diye müziğe eşlik ederler. Bu marş, böyle bir marştır.
Bu devletin parası, "Kıbrıs lirası" olarak kalacaktır.
Bu devletin içindeki insanlardan bir bölümüne, daha önceki devletlerden birinin, yani KKTC'nin, kendi yurttaşlarına verdiği resmi tapular geçersiz sayılmıştır.
Dolayısıyla iki egemen devletin bir araya gelmeleri değil, birinden birine, kendisi AB'ye egemen devlet olarak katılım anlaşması imzalamış, bu anlaşmayı AB'nin birincil hukukunun, temel hukukunun parçası konumuna getirmiş Kıbrıs Cumhuriyeti'ne, kuzeydeki toprak parçasında bulunan yönetimin yamanmasıdır
Bir yamanma operasyonu ile karşı karşıyayız. Gerisi aldatmacadır.
AD, MARŞ, BAYRAK DEĞİŞTİRMEKLE DEVLET DEĞİŞİR Mİ?
Kıbrıs Cumhuriyeti ortadan kalkmamıştır; adı değişmiştir, bayrağı değişmiştir... Böyle örnekler dünya tarihinde çoktur, Afganistan vb gibi, yakın tarihte de çoktur; adını değiştirir, marşını değiştirir, hatta bayrağını değiştirir; ama, devlet ortadan kalkmaz... Ben Afganistan'da iki kere bayrak değiştirildiğine gözlerimle tanık oldum. Bu operasyon, odur.
BİRİNCİL HUKUK
"Birincil hukuk", son aylarda, hatta haftalarda, sık sık duyduğunuz bir sözdür ve bu Türkiye'nin "olmazsa olmazlar"ını başında sayarak İsviçre'ye gittiği ve gidenlerin "bu sağlanmazsa, kabul etmeyiz" diyerek gittikleri bir kavramdır.
Nedir, birincil hukuk? AB bakımından, AB'nin kendi kuruluş anlaşmasıyla (Roma Anlaşması) ortaya koyduğu, onun arkasından her katılan devletin katılırken müzakere ettiği, "ben, şunlar olursa katılıyorum" diyerek bir antlaşma yaptığı, ek protokoller imzaladığı, birincil, yani temel hukuktur...
AB'nin henüz anayasası yok, yapılıyor; ama, temel anlaşmaları var, bunların dışında bütün kurallar, AB'deki bütün işlemler, o birincil hukuka uygun olmak zorunda...
"Primary law" dedikleri, "öncül hukuk", isterseniz anayasaya benzetebilirsiniz, nasıl devletin içinde herşey anayasaya uygun olmak zorundaysa kurallar bütünü olarak AB'de de öyledir.
Kıbrıs Rum yönetimi, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak böyle bir andlaşma yaptı...
Şimdi KKTC'yi ona kattıkları zaman, KKTC'nin ister kendisi ayrı olarak girsin, ister böyle birleşerek girsin, aslında yapılması gereken AB ile müzakere ederek girmesiydi, öyle yapmak gerekiyordu...
Ama, hayır, bu müzakere hiç olmadı, şu sırada gene olmuyor... Ama başka türlü bir müzakere sonucunda, BM'nin sağladığı bir müzakere sonucunda, daha doğrusu, müzakere sonucu da alınmadan böyle bir katılım olmaktadır.
Onun için Türkiye diyordu ki, "bunda da temel kurallar olsun, bir katılım protokolü olsun, öbürüyle birleştirilsin ve birlikte girmiş olsunlar"
İkisinin de razı oldukları kurallar ve istisnalar -burada istisnalar sözkonusu, çünkü, özel bir durum var: Mülkiyet bakımından, yerleşim bakımından, egemenlik bakımından, nüfus bakımından, dünyayla ilişkiler, garantiler, Türkiye'yle, Yunanistan'la ve İngiltere'yle ilişkiler bakımından, birtakım istisnalar var- kalıcı olsun isteniyordu, bu sağlanmamıştır. Müzakereler sırasında çok uğraşılmıştır, AB vermemiştir; "size olsa olsa bir 'uyarlama senedi' veririz" demişlerdir.
"UYARLAMA SENEDİ"
Ne demek, "uyarlama senedi"? Birincil hukuk değil, ama birincil hukuka uydurabilmek için "AB Komisyonu olarak bizim çıkaracağımız", yani en yüksek yürütme ve karar organı olarak çıkaracağımız- bir metinle, "biz bunu sağlarız" demişlerdir.
Oylamaya sunulacak olan metinde bu metin de yoktur. Yani "sağlarız" dedikleri metin de, bir uyarlama senedi dedikleri metin de yoktur.
Onun müsveddesi vardır (draft), taraflara bu sunulmuştur. 189. ila 194. sayfalar arasında 5 sayfalık bir metin. Bu sonuçta çözüm olduktan sonra, referandumda olumlu sonuç çıktıktan ve Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti denen kuruluş ortaya çıktıktan sonra, AB Komisyonu'nun kabul edeceği bir metindir, o metin geçici olarak bunu sağlamaktadır...
Bunu gerçekten sağlayabilmesi için, tıpkı katılım anlaşmalarında olduğu gibi üye devletlerin hepsinin -bugün 15 devletin; 1 Mayıs'tan sonra da 25 devletin parlamentolarından geçmesi, kendileri de katılıyormuş gibi bunun bir birincil hukuk haline getirilmesi gerekecektir.
SÖZLÜ VAAT
Bu konuda, bunu "şimdilik sağlayacağız" diyorlar; bunun "birincil hukuk" olmadığını da kabul ediyorlar, "ikincil hukuktur" diyorlar. Birincil hukuk haline gelmesi için, "sözlü vaad"de bulunulmuştur.
Devlet kurulduktan sonra, eşbaşkanların, bir Türk başkan ile bir Rum başkanın AB komisyonuna, "istisnaları birincil hukuk haline getirin" diye bir mektup yazmaları gerekecektir, bu paket içinde, o mektubun müsveddesi bulunmaktadır. Peki, böyle bir mektup yazıldığında olacak mıdır; acaba Yunanistan buna ne diyecektir?
Yunanistan, sözlü bir vaadde bulunmuş; "ben engel çıkarmam" demiştir, ama Yunanistan'ın da yazılı bir vaadi yoktur.
KAĞITTAN ŞATO?
N'olur birincil hukuk haline gelmezse? Geçici istisnalara daha yakından baktığınızda görebilirsiniz, çeşitli konularda istisnalar konulmuştur. Yani AB'de herkes istediği yere gidip istediği işi yapabiliyor ama; burada Kıbrıs'ın özelliği dolayısıyla getirilen sınırlamalar vardır; ancak, onlar geçici olarak metinde bulunacaktır, ama bunların daimi kılınması, yani hep istisna olarak kalması şöyle dursun, geçici olarak kalmaları dahi mümkün değildir.
Çünkü, birincil hukuk durumuna getirilmedikleri zaman herhangi bir aşamada, diyelim üç ay sonra birisi, Madam Loizidu bakımından Strasbourg'taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde olduğu gibi, Lüksemburg'daki AB'nin Avrupa Adalet Divanı'nda dava açar ve bunları iptal ettirebilir.
Dolayısıyla zaten uzlaşmadılar ama, "uzlaştık, anlaştık" dedikleri zaman dahi, birincil hukuka çevrilmemişse, on paralık değeri yoktur, bir dava ile yıkılabilir.
Kurduk, "zafer kazandık" dedikleri şato, böylesine kağıttan bir şatodur.
TÜRKİYE'NİN ACELESİ
Böyle olmaması için ne gerekirdi? Tekrar ediyorum, parlamentolarca, birincil hukuk haline getirilmesi gerekirdi.
"Bu çok uzun sürer, en az bir yıl sürer deniyor"sa, Türkiye'nin de "ben size bir yıl süre veriyorum, bunu sağlayın göreyim, ondan sonra evet deriz" demesi gerekiyordu.
Ama Türkiye'nin bir yıl bekleme vakti yoktu, çünkü 1 Mayıs'ta böyle bir çözüm olsun istemekteydi. Çünkü Türkiye'yi yönetenler, 1 Mayıs'ta böyle bir çözüm olmazsa, kendilerine "tarih" verilmeyeceği inanandaydılar... Neyin tarihi? AB ile müzakereye başlama tarihi...
Ben de size açıkça söyleyeyim, hatta benim söylememe gerek yok, kendileri söylüyorlar, en az 10 yıl sürecek olan bir müzakerenin başlangıç tarihi, o da Aralık'ta verilecek, diyelim "2005 yılının ortasında başlarız" müzakereye diyecekler...
Nasıl, ne zaman başlayacağı; nasıl, ne zaman sonuçlanacağı bilinmeyen bir müzakerenin tarihi karşılığında, "havada" bir tarih karşılığında Türkiye, - biraz sonra söyleyeceğim gibi- adanın kendi elinden ve kendi insanlarının, "soydaşımız", "yandaşımız", "kardeşimiz" dediği insanların elinden çıkabileceği bir sonuca imza atmış olacaktır.
İşin acıklı yanı, havadan, uydurma bir şey için; çok somut bir yerin, yeryüzünde, bir kara parçası üzerine yerleşmiş olan bir devletin yıkılmasıdır.
Türkiye'nin kendi başlatmadığı, ama kazandığı bir savaş sonucunda tazminat istemesi gerekirken, tam tersine, kendi eliyle bir devleti yıkması sözkonusudur.
YERİNDEN EDİLEN İNSANLARIN DURUMU
Vereceğim ikinci örnek, harita konusunda: Tartışılmamış, pazarlığı yapılmamış ama BM'ce çizilmiş bir olan harita...
İlk ağızda terkedilecek bölgelerin sarı, ondan sonrakilerin kırmızı sonra terkedileceklerin mavi olarak çizildiği bir harita... Her defasında bir yüzdesi terk edilerek şimdi yüzde 36 olan KKTC toprağı, sonuçta yüzde 28'e inmektedir; dolayısıyla KKTC toprağının yaklaşık beşte biri terk edilmektedir.
Buralar, adanın kuzeyinde vaktiyle oturmuş olan 160.000 kişilik Rum nüfusun yerleşimine ilk açılacak olan yerlerdir. Ama, bu yerleşim sadece terk edilecek topraklara özgü kalmayacaktır, öbür kısımlara da mülkiyet dolayısıyla, yine aşamalı olarak yüzde 6, yüzde 11, yüzde 18 gibi aşamalarla yüzde 33'e kadar varan bir nüfus yerleşecektir.
Sadece şu gösterdiğim yerleri ilk terk edilecek bölgeleri, oraya yerleşmiş olan Türkler boşaltacaklar, tekrar göçmen olacaklar... Önceki hayatlarında, 1963-1974 arasında, yani harekatın başladığı tarihe kadar birkaç kere göçmen olmuş, zamanında adanın yüzde 3'üne sığınmış olanlar, tekrar göçmen olacaklar. Nereye gidecekler? Bir kısmı, adanın kendilerinde kalmış olan kısmında yerleşmeye çalışacaktır. Bir kısmı "Allah belasını versin" diyerek, kendi topraklarını terk edip İngiltere'ye, Türkiye'ye gideceklerdir. Bunların bir yeniden yerleştirme sorunu vardır, planda o yerleştirmeye ilişkin hiçbir şey yoktur.
Sadece şu vardır; bir barış kampanyası açılacak, birtakım kuruluşlar ya da zengin ülkeler ya da Dünya Bankası oraya bağışta bulunacaklar, bir para birikecek, bu göçmen olacak insanlara, adanın kalan kısmında yerleşim alanları açılarak evler yapılacak. Bunlar herhalde havuzlu villalar falan olmayacak, asgari standartlarla yapıldığı zaman dahi, bizim yaptırdığımız tahminlere göre en az en az dört milyar dolar gerekecektir, yerleşimi sağlamak için.-
Dört milyar dolar ortada yoktur.
ASKERİ DURUM
Kalan topraklardaki Türk askeri varlığı, -şimdiye kadar hiçbir zaman sayı açıklanmamıştır- lâf olsun diye oraya yerleştirilmiş değildir. Tehdit ölçümüne göre, askerin zaman zaman azalttığı, zaman zaman arttırdığı bir varlıktır, ortalama 35.000 kişilik, iki tümenden oluşan bir kolordu sözkonusudur.
O, ilk andan itibaren 6.000'e inecektir. Üç yıl sonra 3.000'e inecektir; Türkiye AB'ye üye olduğu zaman, 1960'taki rakama, temsili alay bile değil, 650 kişiye inecektir.
AB ÜYELİĞİ NE ZAMAN?
O konuda planın kullandığı ibare, Türkiye'nin AB şansı bakımından da bir fikir verebilir, çok ilginçtir. Planda, muhtelif yerlerde, muhtelif vesilelerle kullanılan bir ibaredir:
"Ondokuz yıl sonra, ya da Türkiye AB'ye üye olduğu zaman, hangisi erken olursa..."
Yani Türkiye ondokuz yıldan önce AB'ye üye olursa, üye olduğunda; olmamışsa ondokuz yıl sonra... Bu ibare AB'ye giriş şansımız için herhalde bize bir fikir veriyor, bir klişe olarak planda kullanılan ibare budur: "Ondokuz yıl sonra, ya da Türkiye AB'ye üye olduğu zaman, hangisi erken olursa..."
İKİ KESİMLİLİK
İki kesimlilik, Türk tarafının İsviçre'ye giderken, "olmazsa olmazlarımızdan biri" dediği bir ilkedir, ama, tam anlamıyla sağlanmış değildir, çünkü, sonuçta kuzeye bırakılmış olan topraklara gelecek olan Rum nüfus, Türk nüfusunun yüzde 33'üne kadar çıkabilecektir.
Kaldı ki, o yüzde 33'lük tavan, henüz birincil hukuk halinde değildir. Dolayısıyla davalarla kolayca yıkılabilir. Birincil hukuk haline geldiğinde bile, oran yüzde 33 olacaktır.
Bu gelen Rum nüfus, yerel yönetimlere, aday ve seçmen olarak katılabilecektir. Yalnız federal seçim sözkonusuysa kuzeye yerleşmiş olanlar, Rum toplumunun bir parçasıymış gibi oy kullanacaklar; kendi temsilcilerini seçeceklerdir
İki kesimlilik ancak bu oy kullanmada korunabilmektedir, bunun dışında yerleşim dolayısıyla, yerel seçimlere katılım dolayısıyla, iki kesimlik büyük ölçüde delinmiş olmaktadır.
MÜLKİYET KONUSU
Mal-mülk konusu, ki orada yaşayan insanlar bakımından ön önemli konudur önceki planlara göre basitleştirilmiş ve biraz kolaylaştırılmıştır. Ne anlamda? Türkiye'nin ve Türk tarafının başından beri savunduğu formül olarak değil... Bizim savunduğumuz şuydu; harekat sonrası orada, nüfus mübadelesi yapıldı. Bizim tarafımızdaki insanlara aşağıda bıraktıkları mülkün karşılığı olarak tapular verildi; onlar, aşağıda kaybettikleri yerin karşılığında, kuzeyde vaktiyle Rumların oturdukları yerlerde mülk sahibi oldular.
Eğer güneyde bırakılanlar burada edinilenler kadar değilse, yani Rumların mülkiyet hakkında koparılmış bir şey varsa, bir azalma, bir kayıp varsa, Türkiye ve Türk tarafı onu toptan tazmin edecek, Rum yönetimi de bunu, tapularına uygun olarak kendi vatandaşlarına dağıtacaktı.
Bu hiçbir zaman Arman planlarına girmedi... Daha öncesinde BM tarafından kabul ediyordu, ama Strasbourg Mahkemesi'nin verdiği karardan sonra bu bozuldu. Plan'ın daha önceki metinlerinde çok çapraşık bir mülkiyet sistemi kurulmuştu, şimdi basite indirgendi. Şöyle; herkes güneyde ve kuzeyde bıraktığı malın üçte birine sahip olacak, bu bakımdan herkesin hayatı büsbütün yıkılmayacak, hatta 10 yıldır oturuyorsa, satmamışsa, bir takım kolaylıklar gösterilecek vb...
Geri kalan üçte ikisi için yarısı faizli bono olarak, yarısı senet olarak kağıt verilecek, insanlar bu kağıtları satabilirler vb. Böylelikle mülkiyet hakkı sağlanmış olacaktır.
DİKKAT!
Bu çözüm, adada bundan sonra çıkacak olan bütün olayların -ki, mutlaka çıkacaktır- başlangıç tohumudur. Çünkü insanlar, devletlerinin verdiği tapuya dayanarak oturdukları, içinde yeni insanların doğduğu evleri, öyle kolay kolay terk etmeyeceklerdir, bundan dolayı olaylar çıkabilecektir, bu çözüm doğru bir çözüm olmaktan çok uzaktadır.
DEVLETİN YAPISI
Devletin yapısı, görünürde iki devletli gibi gözükmektedir; fakat devletler eşit değildirler.
İki meclis vardır, federasyonlarda olduğu gibi, Meclislerden biri nüfus esasına göre kurulacaktır, üçe yedi, iki buçuğa yedi oranında temsille kurulacaktır.
Öbürü, "büyük zafer' diye söylenen "Senato'da eşitlik sağladık" denen 48 kişilik Senato'da, 24-24 temsil edilecekler.
Zannedersiniz ki, Türkler toptan "evet" derlerse, bu iş çözülmüş olacak; hayır, bir çoğunluğun oluşabilmesi için onların çoğunluğu yetmeyecek; çoğunluk, ancak Rumlardan üyelerin de katılımıyla oluşacak. Ama, Rumlar da tek başlarına egemen olamayacaklar, onların sözlerini geçirebilmesi için Türk tarafının altı üyesinin, yani, dörtte birinin, o karara katılması gerekecektir. Türklerden dörtte biri Rumlara katılırsa, onların istediği olacaktır.
Meclis'te çoğunluk Kumlarda olduğuna ve oradan, birinci meclisten, tüm yasalar Rumların istediği gibi çıkacağına göre, ikinci meclisteki, Senato'daki bu yapı Türklerin hep birlikte isteyecekleri hiçbir yasanın bile çıkamaması demektir. Çünkü, bunun olabilmesi için, o yasanın Rum çoğunluklu birinci Meclisten geçmesi gerekecektir.
TÜRKİYE'DEN GİDENLERİN DURUMU
Türkiye'den oraya gidip vatandaş olanlar ne olacaktır?
Onlar bakımından 45.000 kişilik bir sınır konmuştur. Oysa, miktar bunun çok çok üstündedir. Evlenme dolayısıyla vatandaşlığa geçmiş olanlar vardır vb...
Hayır, bu sayıda kalacaktır, geri kalanlara, yeni hayat kurmak için kendilerine "insancıl tazminat" denen para verilip, yol gösterilecektir... Daha önce 10.000 eruo diye belirtilen bir miktar sözkonusu...
Bunun böyle olmasını sağlamak için, Türk tarafı, referandumdan önce, 45.000 kişilik bir vatandaş listesi verecektir. Dünya tarihinde ilk kez bir devlet kendi vatandaşlarının listesini; isim, doğum yeri, yerleşme tarihi vs diyerek bir liste vermek zorunda bırakılmaktadır. Bundan fazlası, vatandaş olduğu halde yapılacak olan halk oylamasına katılmasın diye... Onlar çizilecektir; kim çizecek; BM...
Bir devlet, kendi vatandaşlarının bir kısmını başkalarının "vatandaş değildir" demesine müsaade etmektedir. Bu da bir rekordur.
REFERANDUM METNİ
Asıl fecaat, halkoylamasına sunulacak metnin içinde, BM'nin yaptığı federal anayasa yanında kuzeyin ve güneyin oluşturduğu devletlerin bölgesel anayasalarını da BM'nin kendisi yapmış olarak halkın önüne götürecek olmasıdır.
KENDİ ANAYASASINI YAPAMAYAN HALK
Halklar kendi anayasalarını yapmış olmuyorlar, BM yapmış oluyor.
"Taslak verin" dediler, biz vermedik. Çünkü, bir devlet kendi anayasasını başkalarının yapmasına müsaade edemez. Biz, mevcut anayasayı verdik, "referandumda kabul çıkarsa, biz bunda o çözüme uygun olarak şu değişiklikleri yapmayı taahhüt ederiz" dedik...
"Biz size bir anayasa taslağı vermeyiz, kendi anayasamızı bizim yapmamız gerekir" dedikse de, kabul görmedi. Onlar birilerinin Kuzey Kıbrıs'ta parayla yaptırdığı bir anayasa taslağını "gazetelerden aldık" diyerek, el altından verilmiş olan bir anayasa taslağını üzerinde ne yaptılar bilmiyoruz henüz onu da görmedik referanduma götürüyorlar.
REKORLAR
Bununla da bitmiyor paket. Asıl, 9.000 sayfayı oluşturan temel yasalar var.
Temel yasalar denen aslında 140 yasa. Bazıları çok teknik yasalar, bazıları anayasal yasalar; mecliste oylama nasıl olacak vs onları ilgilendiren yasalar...
Onlardan birkaç örnek...
Örneğin, yasama sürecine ilişkin yasalar nasıl hazırlanacak, iç tüzük vs. Bir federal yasa taslağı, 35-36 sayfa.. Bunlar güya iki tarafın katıldığı teknik komitelerden geçti. Ama, teknik komitelerin önüne gelen taslaklar, aslında daha önce Rum tarafının AB katılım anlaşmasını müzakere ederek oradan geçirdiği taslaklardı. Türk tarafı bunlarda değişiklik isteklerini parantez içinde koydu.
BM ise, yapması gereken şeyi yapmadan, bunları müzakere masasına getirip, "bakalım taraflar bunlarda uzlaşıyorlar mı" diye, asıl bunu gerçekleştirmeden, yine kendileri parantezleri açarak, yani yasaları eski haline sokarak önümüze koydular.
Önümüze de koymadılar, referanduma koyuyorlar...
Kuzey Kıbrıs halkı, binlerce sayfa tutan çapraşık ve hepsinin dili İngilizce olan yasalara oy vermiş olacak. Dünya tarihinde görülmüş bir şey değil...
Onun için zafer olarak ilan edilen, aslında böylesine bir rezalete razı olma biçiminde bir olaydır ve bence Guiness rekorlar kitabına girecek bir olaydır.
Bir devlet, KKTC böyle bir operasyonla kendi kendisini ortadan kaldırıp, bir başka devlete, adı değiştirilmiş, bayrağı değiştirilmiş, ama özü aynı kalan bir devlete yamanmaktadır.
Bu bir rekordur, ilk defa olmaktadır
Bir başka devlet, Türkiye Cumhuriyeti, kendisinin başlatmadığı bir savaşı kazanarak kendi eliyle kurtardığı topraklar üzerinde kurulan ve kendisince tanınan bir devletin yokedilmesine, KKTC'nin bu akıbete uğramasına razı olmaktadır. Bu da başka bir rekordur.
Bu paket, yarın MGK'de tekrar görüşülecek, öbür gün TBMM'de... Türkiye'nin bu referanduma razı olduğuna dair birisi imza verecek.
Yalnız bu referanduma razı olmak değil, aynı zamanda bu referandumdan çıkacak sonuca göre bu pakedi garanti edeceğine, Yunanistan ve İngiltere ile birlikte üç garantör devlet olarak, bu çözümü garanti edeceğine dair meclisinden karar çıkarma, bir anlaşmayı onaylama sözü verecektir.
Bu sözü kim, hangi, yetkiyle nasıl verecek o da bizim anayasa hukukumuz bakımından son derece büyük bir soru işaretidir,
Ortada henüz üzerinde uzlaşılmış, halklar tarafından kabul edilmiş bir metin de yok, ama siz Meclis'i toplayarak, "ben böyle bir referanduma razı oluyorum, garantör devlet olarak, sonuçta her iki taraftan da olumlu sonuç çıkarsa, bunu olduğu gibi kabul edeceğim, onaylamayı uygun bulma yasası çıkaracağım Meclis'ten, sonra cumhurbaşkanı da onu onaylayacak, bunun sözünü bugünden veriyorum" diye ayın 7'sine kadar Türkiye adına imza atılacak. Böyle bir şey de bizim anayasa hukuku tarihimizde yok. Bu da bir başka rekor olacak; anayasa hukuku tarihimize geçecek bir şey olacak.
Çünkü buna benzer bir şeyi Türkiye, daha geçen yıl Lahey'de, o zaman 3. Annan planı için toplanmış olan konferansta, "hukukuma sığmaz" diyerek reddetmişti. Şimdi, reddettiğim kabul etmiş olacak... Onu da, günlük dilde başka ifade ile anlatmak istemiyorum, ne demek olduğunu herkes anlayabilir...
Böylesine bir basın toplantısı görüntü gerisinde, tıpkı çözüm gerisinde çözüm olmayan, çözüm size sunulduğu gibi, ben de bir anayasa dersi vermiş oldum, kusura
bakmayın. Ama bundan daha kolay özet çıkarabilmeniz için üç sayfalık bir metin hazırladık, o da sizlere dağıtılacak, sorunuz varsa buyurun
Soruluk bir şey kalmadığı kanaatindeyim, ama varsa...
SORULAR VE CEVAPLAR
- Herşeyi izah ettiniz hocam...
MS - Ama, o kadar aşikâr ki, izaha gerek göstermiyor. O kadar çok tekrarlandı bir zafer olarak, "aman ne kadar güzel" diye o kadar yazılıp çizildi ki, böylesine uzun konuşmak ihtiyacını duydum. Çok teşekkür ederim, burada bulunduğunuz için... İnşallah, bence haber değeri olan böyle bir basın toplantısı habercilik yapıyoruz diyen kanallarda ve gazetelerde yansır... Benden de selâm söyleyin haber müdürlerine... Soru varsa ya da kalmak isteyen arkadaş varsa ben buradayım, ama "nasıl olsa basmazlar, sonra da gitsek olur" diyorsanız o ayrı... filmlerinize, kalemlerine, kağıtlarınıza da yazık olmuş olabilir, ama mesleklerinize yazık olmaz, devam edin haberci olmak için...
Soru - Yazıyoruz, bizde çıkar.
MS - Hani, göle maya tutarsa derler ya...
Soru - Bunun için bakanlar kurulu kararından söz ediliyor...
MS - Yetmez, Meclis yetki verdi dese dahi yetmez, Meclisin böyle bir yetki vermeye yetkisi yok. Hükümet yetki istese de, Meclis kendi önüne ne gelirse gelsin onaylayacağım diye önceden söz veremez.
Soru - Kafam karıştı...
MS - Herkesin karışık.
Soru - Ben de bunu başından beri açıklığa kavuşturmaya çalışıyorum. Meclis "ne çıkarsa çıksan onaylayacağım" diye mi, yoksa "referandum sonucunu muhakkak oylamaya sunacağım" diye mi taahhüt verecek; yoksa öbür türlü ciddi bir demokrasi meselesi var..
MS - Tabii, "oylamaya sunacağım" diyor ama, eğer bunda bir değişiklik yapacaklarsa ki, plan onu kabul etmiyor, "olduğu gibi kabul edeceksiniz" diyor, "şurasına, burasına itiraz edip, kabul etmediğiniz zaman hepsi çöker" diyor. Ama Türkiye garanti verecek, yani onaylama değil, ben bunu "garanti ediyorum" diyecek. Garanti anlaşmasına imza atacak.
Soru - Meclis'te "hayır" çıktı diyelim...
MS- "Garanti etmiyorum" demektir
Soru - O olabilir mi, o ihtimal hâlâ var mı?
MS - Olabilir, yani bir açık kapısı o... Ama böyle bir şeyi nasıl yapar, o ayrı mesele...
Soru - "Anayasa hukuku açısından sağlanması güç görünüyor, bunu ben iç hukukuma uyduramıyorum, bunu sağlayamıyorum" diyebilecek mi Türkiye?
MS - Demeye niyeti varsa, der, zaten demesi gerekirdi, ama niyeti başka...
Soru - Şimdiye kadar denmesi lazım değil miydi bunun?
MS - Davos'ta, "ne yaparsanız yapın, kabul ederim" sözü verilmiş, öyle anlaşılıyor.
Soru - Şu saatten sonra "iç hukukuma uymuyor" denmesi pek de bir anlam ifade etmeyecek mi karşı taraflar için?
MS -O zaman; "madem öyle niye evet dedin, niye bu kadar insanı, bu kadar pahalı işlere, ta New Yorklara, oradan İsviçrelere yolladın?" derler.
Soru - Şimdi sıkışılacak bu noktada anlaşılan?
MS - Sıkışmıyorlar, sıkışmak için biraz utanmak lazım.
Soru - 24 Nisana ilişkin herhangi bir öngörünüz var mı, öbür taraftan "hayır" çıkacağı söyleniyor?
MS - Öbür taraftan da "evet" çıkar. Biz, kuzey tarafından evet çıkmaması için çalışacağız... Denktaş, İsviçre'deki görüşmelere onun için katılmadı... Çünkü biz başından beri inanmıyoruz buna, kampanya yapmaya çalışacağız, ama Türkiye, daha şimdiden söyledi; "evet" dedi, oraya nasıl yansır, bilinmez.
Soru - Başından beri Rum kesiminde hep "hayır" çıkacağı söyleniyor ama...
MS - Yok, o taktiktir... Rum tarafında egemen olan parti, Hristofyas'ın partisi AKEL (Komünist Partisi), Talât'la birlikte çalışan parti, onlar şimdilik, "olmadı, molmadı" falan diyorlarsa da...
Soru - "Bu kadar çok katkıda bulundukları bir şeyi niye reddetsinler" diye ikinci bir senaryo vardı başından beri...
MS -Tabii...
Soru - Papadopulos "imzalanamaz bu anlaşma" deyince, İsviçre'de otelde, hem meclis başkanı, hem de AKEL'in genel sekreteri olan kişi "kendi adlarına konuşsunlar, henüz böyle bir karar verilmedi" demişti.
MS - Onların Milli Konseyi var, Milli Konsey, sadece "imzalanmasın" kararı verdi. Ama yalnızca, "imzalanmasın" diye, sonrasında ne karar verecekleri henüz belli değil...
Soru - Planı, Kofi Annan doldurdu, bu konuda da bir sorun yaşanmıştı, dörtlü müzakereler başlamadı, Annan ve De Soto çifti dedi ki, "zaten, dörtlü müzakere diye bir şey yoktu, biz onun için çağırmadık"... New York'ta "masaya oturacağız, o da olmazsa Annan'a bırakacağız" önerisini Denktaş getirmişti, Sayın Denktaş'ın getirdiği bir öneri değil mi?
MS - "Annan'a bırakacağız" demedi, orada 4'lü konferans olacaktı...-
Soru - 4'lüden sonra, Kofî Annan'a bırakılacak, herkes bunu böyle biliyor...
MS - Denktaş, 4'lü konferansta konular açılacak ve tartışılacak diye önerdi... Boşluklar da böylesine kocaman bir uçurum boşluğu değil, birçok konuda anlaşılacak, bir-iki anlaşılmayan konuda tıkanmalar olacak, onları Annan tamamlar deniyordu, ama burada öylesine bir doldurulacak boşluk söz konusu ki, hele yasalar bakımından...
Soru - Ama basına sunulan, basının söylediği, bizim bildiğimiz, yanlışım belki o konuda ama, düzeltilmedi, "burada ne boşluk olursa olsun, Annan dolduracak" dendi... "Burada bir iki boşluk olursa, Annan dolduracak" denmedi...
MS - Onun anlamı şuydu, neden öyle; çünkü, New York'tan sonra 6 haftalık müzakere olacaktı, 6 haftalık teknik çalışmalar oldu, onların sonucunda, teknik çalışmalar sonucunda hiçbir müzakere yapılmadı... Uzmanların ortaya koydukları parantezli anlaşmazlıklarla dolu yasaların müzakere masasına getirilmesi gerekiyordu, gelmedi...
Soru - Serdar Denktaş da oradaydı ve işin çözümü için uğraşıyordu...
MS - Çok çalıştılar; ama, "çözüm" için çalışıldı!... Beni hayretler içinde bıraktı, bir devletin kendisini ortadan kaldıracak bir çalışmayı bu kadar şevkle ve heyecanla yapması... Gece gündüz, yüzlerce kişi çalıştı, Türkiye'den uzmanlar getirildi, hepsi bunlar üzerinde çalıştılar, "parantez koyarak itiraz ediyoruz" dediler. Ama, bunların normal olarak müzakere masasına getirilmesi gerekiyordu... Müzakere
heyeti arasında, Denktaş ile Papadopulos arasında tek anlaşma, "bu iş olmamıştır, biz bunu daha müzakere etmeye dahi vakit bulamadık, çünkü önümüze bunlar geldi" dir.
Soru - Uzlaşmaya varamadığımız konusunda mı uzlaşıyoruz?
MS - Birbirilerine "Ben de katılıyorum" dediler. Karşılıklı olarak uzlaşmaya varamadıklarını, bırakın uzlaşmayı, uzlaşma için gerekli müzakereyi yapamadıklarını ikisi de kabul ettiler. Bunun sonrasında Denktaş orada Rumların da neredeyse alkışlayacakları -tabii, bu görüşmelerde alkış olmaz- sonuçta, gelip tebrik ettikleri, "biz de katılıyoruz" dedikleri bir konuşma yaptı:
Denktaş,"yaptıklanmzdan mutlu musunuz" gibi, "siz utanmıyor musunuz" gibi -"utanmıyor musunuz" lafını aynen kullanmadı ama- yani, "düşünmüyor musunuz ki, siz burayı çözdük diye önümüze bir şey koyup gideceksiniz, ama öyle bir şey bırakıyorsunuz ki, sonuçta burası kana bulanıyor... Çözdük diye Kosova'yı, Bosna'yı bırakıp gittiniz, oraları görüyorsunuz, siz gitmiş olacaksınız, ama bu olaylarla biz karşı karşıya kalacağız, şu masanın etrafındaki iki taraf karşı karşıya kalacağız, o zaman vicdanınız sızlamayacak mı, siz bunu niçin yapıyorsunuz, siz bunu mesleki başarı, Nobel vs deniyor ya, belki onlar için yapıyorsunuzdur, ama bunun yükü bizim üzerimize, vebali sizin üzerine kalacak" diye konuştu.
Rum tarafından birisi kalktı, geldi Denktaş'a "çok güzel bir konuşma yaptınız" dedi...
Benim karşımda oturan eski Dublin büyükelçisiydi, Lahey'de daha önce bir yemekte görüşmüştük, kalktı bana geldi; "1960'ta yine başkalarının yaptığı bir çözümü kabul etmiştik, üç senede çöktü, bu şimdi de daha beteri, tepeden kabul ettiriliyor, kaç yıl sürecek?" dedi...
Dolayısıyla Kıbrıs'ta çok feci bir yakın tarihin temelleri atılmış oldu. Ondan sonra burada "çözdük" falan diye, bir sürü köşe yazarı hava atıyor...
Buraya konulmuş olan şeylerden biri şu: İmzayı devlet başkanları olarak atmıyorlar; toplum lideri olmayacak, ama eğer devlet kurulacaksa, sürecin başında geçici bir dönem var, taraflardan birer kişi onar ay süreyle başkanlık edecekler, "şimdiki devlet başkanı olmazsa yerine başka biri" diye yazılı madde var.... Denktaş da Talât'ı tebrik etti, "yerini şimdiden sağlamlaştırmışsın" diye; planda yer alıyor, son sayfalarında...
Soru - Referandumdan sonra Rumlar anlaşmalara uymazsa, bir yaptırım var mı? BM ne yapacak, AB ne yapacak?
MS - Bir şey yok... Olsa olsa BM bir Güvenlik Konseyi kararı çıkarır; geçmişte olduğu gibi iki taraf da dinlemez... AB, Rumlara bir şey yapamaz, çünkü AB'de bütün kararlar oybirliği ile çıkıyor, daima iki muhalif çıkacak; Rumlar ve Yunanistan... Bize karşı da bir şey yapamazlar, çünkü kimse oğlunu başkası için savaşa yollamıyor... BM barış gücü, şimdi 2 bin kişilik, 7 bine çıkarılıyor, elindeki fazla olmayan güç hayli arttırılmış olarak.
Aklıma gelmişken şunu söyleyeyim: Barış Gücü, geçiş dönemi için yetkili kılınıyor. Yani, diyelim ki ilk bir buçuk yıl içinde öbür tarafa bırakılacak olan topraklardaki bizim insanlarımız "burası benim, ben burayı bırakmam, geleni vururum" diyor, onlar çıkmıyorsa, bu tabir de kullanıldı BM'ce, "biz kapıyı kırıp zorla güç kullanacağız" dediler. "Enforcement" dedikleri zorlama gücünü kullanacak.... Şimdiye kadarki, "monitoring" olayları izlemek, gereken tedbirleri almak için taraflarla işbirliği yapmaktı. Bizim savunduğumuz "bu dönemde bile
zorlama, infaz gücünü biz muhafaza edelim, kendi vatandaşımızı çıkarırız" diyorduk; "hayır" dediler, "size güvenmiyoruz" dolayısıyla bizim bırakacağımız yerlerdeki topraklar 1 Mayıstan itibaren -haritadaki sarı renkli topraklar- Rum toprağı sayılacak; fakat yönetimi bizde olacak... Bizi vandallıkla suçlayarak, "siz kapıları, pencereleri kırar öyle girersiniz onun için siz yönetin, yönetim sorumluluğu sizde olsun" dediler... Tamam peki, "sorumluluk bizde olsun, ama bizim polisimiz olsun" dedik, hayır onu BM yapsın... Yönetim bizde, uygulama gücü BM'de, hukuken de Rum toprağı...
Soru - Ucube gibi bir şey oldu...
MS - Tabi her tarafı ucube, her tarafı böyle, neresi tutsanız elinizde kalıyor... Onun için, kötü anlamda "mükemmel" bir şey... Hiçbir şey ihmal edilmemiş... Her şey var, deniz hukuku filan... Başından beri olmazlardan biri şuydu... Kuzey Kıbrıs'taki sahil şeridi kısalmayacaktı. Onun için Karpas'ın ucundan bir şey verilmedi, bu defe Batıda en güzel yerler, Yeşilırmak ki, güzel mevye yetişen topraklardır, o Yeşilırmak ki, bütün o olaylar sırasında, kendisini bütün bunlara karşı muhafaza etmiş, savaşmış ve işgal ettirmemiş olan bir yerdir- onlar bırakılıyor; birkaç portakal bahçesi dışında Güzelyurt'un çok büyük bir kısmı bırakılıyor... Lefke ki, Osmanlı kasabası, asıl müslüman kasabası, oraya geçiş bunların içinden bir şeritle mümkün oluyor; bir yerde onlar bizim üstümüzden geçiyorlar... Doğuda Magosa'ya giden yeni asfalt yol var, onun güneyinde biraz toprak bize bırakılıyor, havaalanı terminali bizde kalıyor, ama o acayip haritada görüldüğü gibi şeritler biçiminde, onun kuzeyine de bir yerde geçiyorlar. Pirhan köyü var ki, orada asker konuşlanmış durumda, orası da eskiden Rum köyüymüş, o da onlara bırakılıyor, yolun üstünden nasıl geçecekler, onun için "köprü" yapacağız diyorlar, bizim askerimizin o yolun güneyine geçmesi yasak... Dolayısıyla o yolda sürekli BM devriyesi gezecek, böyle iç içe girmiş bir şey.... Kuzeyde bir Maronit köyü var, Sadrazamköy yakınlarında, haritada mavi nokta olarak gösteriliyor, o özerk kanton olacak, Katolik Rumların kantonu, onlar bizim içimizde kanton olarak duracaklar, bizim güneyde Beyarmudu köyü kalacak... İngilizler kendi arazilerinden iki tarafa da biraz toprak veriyorlar, oraya gitmek için İngiliz arazisinden geçilecek vs.
Soru - Daha imzalanmadan, 24'ünden önce birbirine girmeye adaylar diyorsunuz...
MS - Bu çözmekse, ben de çözerim... Halbuki bıraksalardı, kapıları açtıktan sonra, daha normal ilişkiler kurulacaktı, bizim eskiden beri savunduğumuz oydu, ticaret vs yoluyla ile insanlar "demek ki, birlikte birbirini kesmeden yanyana yaşanabiliyormuş" diyecekti; basit birtakım eşgüdüm mekanizmaları kuralım, bugün güvenmiyoruz ama, güvenmeye başlamışsak, ya kendiliğinden güven gelişir ya da buna razı oluruz böyle kalır, karşılıklı saldırmazlık, barış anlaşması yaparız vs... Aslında bizim en sağlam durmamız gereken, 1998 Ağustosunda yapılmış olan konfederasyon önerisiydi. Toprak verecektik, çok basit bir konfederasyon yapısı kurulacaktı ve ondan sonra bakılacaktı... Uzlaşılıyorsa, daha da gelişir. diye önermiştik, kabul etmediler, BM de, Rumlar da... Çok sıkıştırıldık, ama niye? Şimdi, Türkiye daha çok sıkıştırdı. "1 Mayısa yetiştireceğiz de, Avrupalı olacağız" diye, böyle bir Avrupalı olduk işte; yine Türk imajına uygun olarak "kanlı Avrupalı" oluyoruz.
Soru - Başbakanın İsviçre'ye hareketinden önce havaalanında, "olmazsa olmaz dediğimiz "derogation"lar vardır, birincil hukuk haline getirilmelidir, son derece önemlidir, sözlü bir vaadi kabul etmeyiz, yazılı metin haline gelmelidir" dedi, ve "eğer bu böyle olmazsa, sonuçlan çok kötü olur" dedi. "Çok ısrarlı olduğumuz" dediği konularda İsviçre görüşmelerinden sonra bakıyoruz ki, gelinen noktada inkar vaziyeti, sözler boşta kalıyor ayakları yere basmıyor...
MS - Israr edebilsinler diye, ellerine delil de yolladık, mahkeme kararları yolladık, "Kıbrıs'ın katılım anlaşmasının eki olan 10. protokol de birincil hukuk kaynağıdır ancak, konseyin alacağı daha sonra bir karar "uyarlama senedi" gibi ikincil hukuk kaynağıdır, birincil hukukla çeliştiği sürece iptale konu edilir, dolayısıyla uyarlama senedine karşı dava açılması beklenmelidir" diye bunlar yollandı ama, onun savunmasını yapamadılar. Verheugen, "bunların karşılığında Karpas'ın ucundan toprak verin" dedi, o da olmayacak bir şeydi.
Soru - Biz bundan fedakârlık ettik, onlar da Karpas isteğini rafa mı kaldırdılar?
. MS - "Olmazsa olmaz" denilen konularda geri çekildik. 1 Mayısla biz ilişkilendirdik, başkaları ilişkilendirmedi ki... İngilizler 1996'dan itibaren ilişkilendirdi... "Türkiye'nin en çok önem verdiği konu, Avrupa'ya girmek; en zayıf noktalan orası, bu işi BM'den Avrupa'ya aktaralım" dediler. Tam olarak yapılmadı ama, o tarihten itibaren "AB 2000 Senedi" diye bir şey yayınladı, 4 yıl öncesinde, o yayınlandığı andan itibaren mesele BM ile AB'nin birlikte kombine götürdükleri bir dava haline geldi. İç içe girdi herşey... New York'ta bize atılan kazıkların en başında o geliyor... Sabahlara kadar direnildi New York'ta, biz "bu dörtlü olsun, Türkiye de işin içine girsin" dedik. Denktaş da bu şartla kabul ediyordu, gece direndik, saat 04.00'te filan yattık, ertesi sabah saat 8.30'da BM'den sonuç bildirisi geldi, onun içine Avrupa'yı sokmuşlardı, bizim evet demediğimiz, Denktaş buna "hayır" demeye gittiğinde Ankara "evet" diyor diye, ne kadar doğru olduğu kuşkulu bir metin gösterdiler... Türkiye'nin New York'ta reddetmesi lazımdı. Avrupa'nın işin içine sokulmasını öyle formüle etmişler ki, çözümü AB mevzuatı içine oturtmakla, "AB yardımcı olacaktır"... "Çözüm olacak da, ondan sonra oturtacak" diye yorumlamak mümkündü, iyimserler öyle yorumladılar; oysa müzakerelerin içine Avrupa girecekti, Yunanlılar öyle istiyorlardı, onlar da o anlamı çıkardılar ve sonuç onların çıkardığı anlamı buldu... Lefkoşa'da AB'den bir görevli müzakere masasına oturmak istemiş, iki taraf da reddedince köşede, ayrı bir masada oturuyordu, gerekirse kendine bir şey sorulduğunda cevap vermek için... Bir başka toplantıya katılmak istediler, burada ne sıfatla bulunduğunu sordum, ısrar ettim, biraz bozuldu, bir daha gelmedi. Yani ısrar edince çekiliyorlar, ama arka planda hep varlar.
(Mümtaz Soysal'ın, Kıbrıs Vakfı Başkan Yardımcısı olarak, 4 Nisan 2004 Pazar günü, Kıbrıs Vakfı'nda yaptığı basın toplantısındaki konuşmasının tam metni )