Akyıldız: "Eyaletlerin isimleri belirlendi"
Türkiye Kamu-Sen Tekirdağ İl Temsilciliği'nin Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı hakkında düzenlediği konferansta Genel Başkan Bircan Akyıldız konuştu
Akyıldız: "Eyaletlerin isimleri belirlendi"
Türkiye Kamu-Sen Tekirdağ İl Temsilciliği'nin Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı hakkında düzenlediği konferansta Genel Başkan Bircan Akyıldız konuştu. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı okunması ile başlayan konferansta İl Temsilcisi Muzaffer Doğan da bir konuşma yaptı. Akyıldız'ın konuşması şöyle:
KAMU YÖNETİMİ TEMEL TASLAĞI HAKKINDA GÖRÜŞLER
Konuşmama başlamadan önce öncelikle AKP Program ve Tüzüğü'nü incelemenin faydalı olacağına inanıyorum.
AKP'nin kuruluşuna temel dayanak olarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası yanında, "başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi olmak üzere TBMM tarafından onaylanmış uluslar arası belgeler" gösteriliyor...
(AKP Tüzüğü, s.15)
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye'de kurulan bir siyasi parti için yeterli bir dayanaktır. Uluslar arası belgelerin bir siyasi parti kuruluşuna dayanak olarak gösterilmesi ilk defa rastlanan bir durumdur.
Tüzük ve programda, genel olarak Türk Milleti tanımlaması birkaç defa geçmekle birlikte, "Bütün insanlarımızı Türkiye Coğrafyasında kurulu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ismi altında büyük bir aile gibi kabul ederiz" gibi ifadelere de yer veriliyor. Adeta Türk Milleti tanımını yeterli görmemiş bir ifade gibi..(AKP Tüzüğü s.16)
Tüzükte, "AKP, insanların farklı inanç, düşünce, ırk, dil, ifade etme, örgütlenme ve yaşama gibi doğuştan varolan tüm haklara sahip olduklarını bilir ve saygı duyar. Farklı olmanın ayrışma değil, pekiştirici kültürel zenginliğimiz olduğunu kabul eder" deniliyor.
(AKP Tüzüğü s.17)
Bu ifadelerden milletin ortak değerlerini öne çıkarmaya dayalı uluslaşma süreci yerine, milletin farklı özelliklerini ortaya çıkarmaya dayalı küreselleşme adlı şehir devletleri sürecinin benimsenmesini anlayabiliriz.
Programın 15. sayfasında "Resmi dil ve eğitim dili Türkçe olmak şartıyla, Türkçe dışındaki dillerde yayın dahil kültürel faaliyetlerin yapılabilmesini partimiz ülkemizdeki birlik ve bütünlüğü zedeleyen değil, güçlendiren ve pekiştiren bir zenginlik olarak görmektedir" ifadeleri de millet anlayışının AKP nezdinde tamamen kaybolduğunu göstermektedir.
Başbakan'ın kendisine verilen memorandumdaki dayatmaları aynen kabul ettiğinin bir göstergesi de, programın 35. sayfasındaki, "Partimiz, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının dahil edilmesini sağlayacaktır. Yerel yönetimlerin yargı yoluna gidebilme hakkı dahil ilgili tüm düzenlemeleri gerçekleştirecektir" ifadesidir.
Kısacacı, AKP programı ve tüzüğünden yaptığımız bu alıntılar, Başbakan'a gönderilen memorandumdaki , "Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir" talebi ile örtüşmektedir.
Yine Tüzüğün 17. sayfasında AKP'nin laiklik bakışı biraz daha ortaya çıkmaktadır. "AKP bireylerin inandığı gibi yaşama, düşündükleri gibi ifade etme haklarının tartışılamaz olduğunu, inanç ve düşüncenin hukuka uygun olarak tanıtım ve propagandasının bireylere ve sivil toplum kuruluşlarına ait bir hak ve yetki olduğunu, her bireyin her kurumda ve yaşamın her alanında eşit ve ortak hakları bulunduğunu, dolayısıyla devletin, hiçbir inanç ve düşünceden yana veya karşı tutum sergilememesi gerektiğini, Anayasa'da yer alan laiklik ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin, bu anlayış ve bakışın güvencesini teşkil ettiğini vurgular."
Görüldüğü gibi bu ifadelerde de Amerikan tarzı bir laiklik esas alınarak sivil toplum kuruluşlarının, yani Türkiye'de tarikat veya cemaatlerin inanç propagandasında yetkili olduğu, üstü kapalı değil, açık bir şekilde sergilenmektedir. Bizim Ekonomik ve Sosyal Konsey'de dile getirdiğimiz ve hükümeti uyardığımız konu da bu idi. Tabii böylesine bir bakışın Diyanet İşleri Başkanlığını ortadan kaldırmayı öngördüğünü de söyleyebiliriz.
Programın 7. sayfasındaki "Başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki Nihai Senedi olmak üzere, Türkiye'nin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçirilecektir" ifadeleri, AKP'nin referans kaynaklarının tamamen Batı olduğunu göstermektedir. "İnsan hakları alanında faaliyet gösteren gönüllü kuruluşların, sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerileri dikkate alınacak, devlet organları ile bu kuruluşlar arasında sıkı bir iş birliği oluşturulacaktır. İnsan hakları ihlallerinin tespiti, çözüm önerilerinin geliştirilmesi, insan hakları eğitimi ve kolluk güçlerinin denetimi konularında bu kuruluşların katılımına ağırlık verilecektir".
Türkiye'de iki insan hakları örgütü bulunduğu, bunların da ABD'deki örtülü fonlardan beslendiği, sol görüşlülerin oluşturduğu birinci derneğin tamamen teröristlerin, ikincisini ise, irticayla suçlananların hakları için çalıştığı bilinmekteyken, AKP'nin bu derneklerle nasıl bir işbirliği yapacağı merak konusudur.
Üniter yapının, milli birlik ve bütünlüğün bozulmasına neden olacak bu tasarı, sosyal devlet anlayışına da terstir. Geleneksel devlet anlayışımıza, idealimiz olan milli ve güçlü devlet anlayışından uzaklaşma sonucunu doğuracak olan bu tasarı Anayasamıza aykırıdır. Tasarı ile tek bir devlet olmanın gereği de ortadan kalkmış olacaktır.
Bu tasarı yönetim bilimin genel ilkelerine ve kamu hizmetlerinin özüne aykırıdır. Öncelikle örgütlenme ilkesi açısından bakıldığında; verilen hizmetleri yerine getirmek üzere, sorumluluk ve yetki kullanmak için uzmanlaşmış birimler kurmak gerekir. Bu doğrultuda kurulacak bakanlıkların taşra teşkilatlarının olması gereklidir.Tasarıda ise bazı bakanlıkların taşra teşkilatının olmayacağı belirtilmektedir. Taşra teşkilatı olmadan bakanlıkların olması gereken hizmetleri bir tarafa, tasarıda belirtilen koordinasyon ve denetim görevlerini nasıl yerine getirecekleri açık değildir. Bu unutulmuş bir ayrıntı mı,yoksa yönetim bilimi açısından bir tutarsızlık mıdır, sorgulanması gerekir.
İdarenin bütünlüğü ilkesine de aykırı olan bu tasarı kendi içinde de tutarsızdır. Aynı hizmetin bir kısmının belediyelere bir kısmının il özel idarelerine devredilmesi idarenin bütünlüğü ilkesine aykırı bir durumdur.Görev sınırları ve alanları belli olan ve oluşumları farklı olan iki mahalli idare birimi arasında görevlerin bu şekilde, hiçbir ilkeye bağlı olmadan ayrılması tutarsızlıktır. Aynı zamanda tasarı hizmetlerin yürütülmesini de etkileyecek olan bu Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısının 10.maddesinde "Mahalli idarelere yetki, görev ve sorumluluklarıyla orantılı gelir kaynakları sağlanır. Mahalli idarelere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatından pay ayrılır." denilmektedir. Maddeden mahalli idarelere ayrılacak kaynağın, idarelerin hizmet vermesi gereken vatandaş sayısına, nüfus durumuna, hizmetin niteliğine ve mahalli idarelerin büyüklüklerine bakılmaksızın sadece subjektif kriterlere dayanılarak sağlanacağı anlaşılmaktadır. Bu durumda hükümete yakın olan mahalli idarelerin, daha çok gelir kaynağı elde edeceği, aksi durumlarda ise gelir kaynaklarının kesileceği sonucu çıkmaktadır.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısının 11.maddesinde belirtilen "Kamu hizmetlerinin daha etkili ve verimli olarak yerine getirilmesi amacıyla...özel sektöre ve alanında uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerine bu hizmetlerin yürütülmesiyle ilgili yetki verilmesi.." kamu hizmeti anlayışıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Bu durumda kamu hizmeti ve kamu yararı kavramlarının tamamen ortadan kaldırılması ve özelleştirilen hizmetler neticesinde yalnızca kar amacı güdülmesi sonucunda, hizmet anlayışı yerini kar anlayışına bırakacaktır paylaştırmanın hangi ilkelere göre yapıldığını açıklamamaktadır. Tasarının 11. maddesi ile devletin asli ve sürekli görevleri de dahil olmak üzere tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine olanak tanınmakla birlikte, bu uygulamanın şimdilik mümkün görülmediği anlaşılmaktadır. Bunun için de devletin asli ve sürekli görevlerinin olabildiğince daraltılarak yeniden belirlenmesi, geri kalan hizmetlerin özelleştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu madde ile beklenen süreç, devletin asli ve sürekli görevlerinin de ileride özelleştirilebilmesi olmalıdır. Oysa 1982 Anayasası'nın 128. maddesinin 1. paragrafında "...kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi..." hükme bağlanmıştır. İçerik ve öz itibarı ile bu madde anayasaya aykırı bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca; devletin asli ve sürekli işlerinde memur statüsünde çalışanların sayısının mevcut memur ve sözleşmeli sayısının üçte birine indirilmesi ( yaklaşık 700 bin memur), özelleştirme süreci içerisinde sözleşmeli ve işçi statüsünde olan kamu çalışanlarının özel sektöre devri düşünülmektedir.
Avrupa Birliği'ne aday olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde kamu yönetimi ve kamu personeli reformu AB tarafından biçimlendirilmektedir.
Avrupa Birliği ülkelerinin genelinde görülen eğilim, kamu istihdamı sistemlerini giderek birbirlerine daha çok benzemeleridir. Ancak bu benzeşme ekonomilerin Avrupalılaşması ve uluslar arası süreci içerisinde olmuştur ve birlik daha önceki genişleme süreçlerinde birliğe girecek ülkelere bir kamu yönetimi ve kamu personel rejimi modeli empoze etmemiştir.
Kamu personeli açısından AB öncelikleri, performansa dayalı ödeme, profesyonelliğe verilen önemin artması, kamu hizmetlerinde müşteri satıcı anlayışının yerleşmesi, rekabet ve diğer Pazar ekonomisi unsurlarının getirilmesi, kamu çalışanlarının sayısının azaltılması gibi sonuçlar getirmektedir.
Bu gelişmeler Türkiye açısından örnek alınacak gelişmeler olarak kabul edilmemelidir. Türkiye'de yıllardır tartışılan işçi memur ayırımı ve yapılması sürekli gündemde olan personel reformunun sağlıklı bir sonuca ulaşması için, sözleşme hukuku içinde çalışan işçilerin sosyal güvencelere ve iş güvencesine sahip olmaları gerektiği anlayışıyla, statü hukuku içinde çalışan memurların "hizmetkar" değil çalışan olarak gerçek sendikal hak ve özgürlüklere sahip olmaları anlayışının birlikte yerleşmesi sağlanmalıdır.
Ancak kamu yönetimi reformu kapsamında öngörülen yeni kamu personel rejimi, çalışanların hak ve özgürlükler açısından en yüksek ortak paydada eşitlenmesini değil,tam tersine memurların istihdam güvencesinin ve sosyal kazanımlarının zayıflatıldığı, işçilerin ise esnek çalışma biçimleri içinde sendikasızlaştığı en düşük ortak paydada eşitlenmesini öngörmektedir.
Önerilen yeni sistemde "devlette asli ve sürekli görevler belirlenecek ve bu kamu görevi yürütenlerin dışındakiler iş kanununa göre çalıştırılacak, asli ve sürekli görevlerde çalışanlar tüm kamu çalışanlarının belli bir oranının geçemeyecektir". Mevcut "kadro karşılığı sözleşmeli personel uygulaması" ise kaldırılacaktır. Kadro karşılığı sözleşmeli personel uygulaması kaldırılırken bu kişilerin ekonomik hak kaybına nasıl uğratılmayacakları belirsizdir.
Kamu Yönetimi Temel Kanununun 46. maddesinin gerekçesinde sözleşmeli personel uygulamasının yaygınlaştırılacağı ifade edilmektedir. Burada "sözleşmeli personel" ile neyin kastedildiği açık değildir. Sözleşmeli personel istihdamı, Türk kamu personel rejiminde memurlar gibi statü hukukuna tabi, ancak memur ve diğer kamu görevlilerinin dışında işçi sayılmayan kendine özgü bir çalışma biçimidir.
Sözleşmeli personel ile memur arasındaki esnek istihdamın bir aracı olarak kullanılması olanağı kısıtlanmıştır. Anayasa değişikliği yapılmadan sözleşmeli personelin statü hukukunun yasal güvencelerinden tümüyle yoksun bırakılması mümkün olamamaktadır. Mevcut haliyle sözleşmeli personel rejimi kamu personel rejiminin temel istihdam biçimi olmaya aday gözükmemektedir. Öte yandan İş Kanunu'na göre çalışan işçilerin istihdamına da hukuksal yazında "sözleşme rejimine tabi istihdam" adı verilir. "Sözleşmeli" statüye geçiş ile kastedilenin işçi statüsüne geçiştir. Kamu personel rejiminde nihai istihdamın, minimal devletin minimal asli görevlerini yürütecek minimal bir memur kadrosu ile, diğer hizmetleri yürütecek, çağrı üzerine çalışma dahil esnek çalışma biçimlerinde istihdam edilebilen, 4857 sayılı yasaya tabi işçi statüsünde personelden oluşacağı anlaşılmaktadır.
Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması kapsamında önerilen yeni kamu personel rejimi,kamu istihdamı sorunlarının (kadro sayısının belirlenmesi, farklı istihdam şe-eri, sınıflandırma, kariyer ve liyakat,, ücret rejimi, sendikal siyasal haklar, emeklilik, hizmet için eğitim, siyasilerin kamu personeli üzerindeki etkileri, kayırmacılık) çözümüne yönelik bütüncül bir yaklaşım geliştirmemekte, kamu personeli sayısının azaltılması, sözleşme rejimine geçiş ve esnekleşmeyi (ücret esnekliği dahil) yeni personel politikasının temeli yapmaktadır.
Sonuç olarak bu tasarının kanunlaşması durumunda;
- Ulus Devlet yapısı önemli ölçüde tartışılır hale gelecektir.
- Federal bir yapının temel taşları olacaktır.
- Geleneksel devlet anlayışımız ortadan kalkacaktır.
- Yönetim biliminin evrensel ilkelerine ters düşmektedir.
- Kamu hizmeti, kamu yararı, kavramının özüne aykırıdır.
- Sosyal devlet ilkesi büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.
- Bakanlıkların taşra teşkilatları kaldırılarak, hizmet koordinasyon ve denetim görevleri yok edilmektedir.
- Halk denetçisi kavramıyla yeni bir kavram ve uygulama karmaşası ortaya çıkacaktır. Ücretini ve kadrosunu,yerel yönetimlerden alan bir denetçinin tarafsız olması mümkün değildir. Herhangi bir kişinin yargı yetkisi benzeri bir yetkiyle donatılması Anayasamızın yargıyla ilgili düzenlemelerine ters düşmektedir.
- İdarenin bütünlüğü ilkesine aykırıdır.
- Yerel yönetimlerin bu kadar hizmeti gördürmesi ve bunlara kaynak ayırması mümkün değildir.
- Milli Eğitimin birliği "Tevhid-i Tedrisat" ortadan kalkacaktır.
- Kamu hizmetlerinin özel sektöre devredilmesi, hizmetlerin ticari bir zihniyetle yapılmasını doğuracaktır.
- Özel sektöre devredilen hizmetler için, özel sektöre aktarılacak kaynağın akıbeti takip edilemeyecek, belki devletin parasıyla, devletin parçalanması ihtimali ortaya çıkacaktır.
- Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ile, kusurlu durumlarda sorumlu bulunamayacak, mağdurlar hakkınıarayamayacaktır.
- Kamu hizmetlerinde ulusal politika ve hedeflerden söz edilemeyecek, mahalli stratejiler konuşulacaktır. Bunun sonucunda kamu hizmeti standardı ve önceliği ortadan kalkacaktır.
- Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, tüm dünya ülkelerinin 1978'de imzaladığı uluslar arası temel sağlık hizmetleri bildirgesine ve anlayışına aykırıdır.
- Bölgeler arası sağlık hizmetleri arasındaki farklılıklar artacaktır. Yaşanılan bölgedeki mahalli idarenin gücü nispetinde hizmet alınabilecektir.
- Kamu hizmetlerinde koordinasyon sağlanamayacaktır.
- Kamu hizmetleri daha pahalı bir hale gelecektir.
- Kamu hizmeti ve kamu yararı kavramları ortadan kalkacak, hizmetlerde yalnızca kar amacı güdülecektir.
- Kalifiye personel temininde bazı bölgelerde sorunlar yaşanırken, bazı bölgelerde personel fazlalığı yaşanacaktır.
- Kamu personeli ve memur sayısı azalacaktır.
- İş güvencesi olmaksızın çalışan personel sayısının artması, hayatlarını ve geleceklerini garanti altına almak isteyen kimselerin daha fazla para kazanabilmek için yolsuzluğa imkan sağlaması sonucunudoğuracaktır.
- Toplu sözleşmenin önemi, etkisi ve gerekliliği tamamen gözardı edilerek adeta sendikalar yok sayılmakta ve performansa dayalı bir ücret sistemi getirilmektedir.
- Liyakat ilkesi kamu personel rejiminde ortadan kaldırılmaktadır.
- Üst düzey bürokratların görev süreleri, hükümetin görev süreleri ile sınırlandırılarak, devlet politikalarının ve kamu hizmetlerinin devamlılığı ilkesi yok edilecektir. Devlet memuru yerine hükümet memuru dönemi başlayacaktır.
- Özel sektöre devredilen hizmetlerde, hizmetlerin devamlılığı ve takibi imkanı kalmamaktadır.
EYALETİN ADI HAZIR
AKP hükümetinin hazırladığı ve tepkiler üzerine bir süre bekletmeyi uygun gördüğü Kamu Yönetimi Reformu Tasarısı'nın ardında ABD ve Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi federasyonlaştırmaya dönük taleplerinin yattığı anlaşılmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde eğer izlemiş iseniz ABD ve Avrupa yanlısı yayın yapan televizyonlarda bir çırpıda söylenip geçilen iki haber vardı.
Bunlardan birincisi, ABD'nin Almanya'daki 300 bin askerinin önemli bir bölümünü Türkiye'ye yerleştirmek istediğine dair haber, diğeri ise, Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin 26 bölgesinde oluşturulan 26 projeye 1 milyon Euro yardım yapması ile ilgili hazırlıklardı. Ancak asıl projenin 26 bölge değil 16 bölge olduğu ve federe devletlerin adlarının bile belli olduğu anlaşıldı. Avrupa Birliği'nin Brüksel zirvesindeki sonuç bildirisine Türkiye'nin itirazına rağmen 'Güneydoğu'daki kültürel haklarla ilgili adım atılması' ifadesinin konulması da aynı çerçevede girişilen bir adım olarak değerlendirilebilir!
AB'nin sonuç bildirisinde Güneydoğu'daki kültürel haklar ile makroekonomik dengesizliklere vurgu yapılacağı anlaşılınca Başbakan Tayyip Erdoğan, AB Dönem Başkanı İtalya'nın Başbakanı Silvio Berlusconi'den, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de AB Komiseri Günter Verheugen'den bu maddelerin çıkarılmasını istediler. Ancak, bu çabalar sonuç vermedi. Gül, bu gelişmeler üzerine, "Türkiye ile ilgili bölüm farklı bir hale getirilmeye çalışılıyor. Eğer ifade böyle kalırsa bunu kabul etmeyeceğimizi açıklarız" demişti. Olayların bu şekilde geliştiği bilinmesine rağmen, Türkiye'de AB'nin zihniyetinin alenen ortaya çıktığı yolundaki eleştiriler üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan, AB sürecinde, ülke menfaatlerine halel getirecek en ufak bir zaafiyet göstermediklerini söyledi ve "Siyaseten söyleyecekleri tükenmiş bazı çevrelerin bu çürük sakızı çiğnemeye devam etmelerine asla kulak vermeyeceğiz" dedi. AB zirvesinin sonuç bildirisinde, bölgesel dengesizliklerden söz edildiğini iddia eden Başbakan, AK Parti'nin bölgeler arasındaki dengesizliği giderme sözünü seçim meydanlarında zaten verdiğini hatırlattı. Kimsenin, "Türkiye'de bölgesel dengesizlik yoktur" diyemeyeceğini ifade eden Başbakan, "sürekli buna farklı katkı sağlamak isteyenler, bunu istismar konusu yapmaktadırlar" dedi. Şimdi sizlerden Başbakan'ın yaptığı konuşmasını iyi dinlemenizi rica ediyorum.
"Ben Güneydoğu'yu bu haliyle batı standartlarında bir bölge olarak takdim edemem. Doğu Anadolu'yu, Karadeniz'in, İç Anadolu'nun ciddi bir bölümünü bu şekilde takdim edemem. Bizim 15 bin kilometrelik bölünmüş yol ve toplu konut hamlelerimizin asıl amacı budur. Seçimlere kadar, yerel yönetimler yasasını çıkarmamız lazım. Bunu başardığımız takdirde bu fiziki değişim süratlenecektir. Biz bu adımları atalım, birileri engel olsun önemli değil, ama biz bu adımları atmak suretiyle tarih önünde, millet önünde vebalden kurtulmuş olacağız. Avrupalı muhataplar zaman zaman Türkiye'ye ve ülkedeki demokrasiye karşı "hatalı söylemler üretmekteler. Bu hataların pek çoğu bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer perde arkası, art niyetleri varsa onlar da tarihe bunun hesabını vereceklerdir. Tarih, bedeli, bu tür art niyetlilere ödetir".
Değerli arkadaşlarım;
Erdoğan'ın bu sözlerinden AB'nin hükümetle anlaşarak, 26 bölgeye 1 milyon Euro'luk yardım yapmasının, AB ile hükümet arasında kararlaştırılan bir mutabakat olduğunu anlamaktayız. Başka bir habere göre ise Avrupa Komisyonun Türkiye Temsilciliği, azınlıkların sorunları, zorunlu göç, işkenceye karşı önlemler ve farklı din grupları arasında anlayış gibi konularda proje teklifi sunan sivil toplum örgütlerinden 13'üne 600 bin Euro'luk destek sağlama kararı vermiş. Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği'nin, "Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Girişimi" kapsamında finanse edeceği 13 proje ise belli oldu. Temsilcilikten yapılan açıklamada, "Seçilen projelerin kapsadığı alanlar arasında, kadın ve çocuk hakları ve dezavantajlı grupların hakları da dahil olmak üzere insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, ayrımcılıkla mücadele ve kültürel çeşitliliğin korunması ve ona saygı gösterilmesi yer alıyor" denildi. Proje teklifleri kabul edilen sivil toplum örgütleri söyle: Türkiye Yeniden Çocuklara Özgürlük Vakfı, Perajans İletişim ve Yayıncılık, İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi, Mazlum-Der, Göç Edenler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Göç-Der), Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), Boyacıköy Surp Yerits Mangants Ermeni Kilisesi Vakfı, Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı (TOHAV), Uçan Süpürge, Liberal Düşünce Topluluğu, Başak Kültür ve Sanat Vakfı (BSV), İstanbul Bilgi Üniversitesi, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı. Projeler arasında, azınlıkların sorunları, zorunlu göç, işkenceye karşı önlemler ve farklı din grupları arasında anlayış gibi konulara ağırlık verildiğine dikkat çekiliyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Van, Trabzon, Diyarbakır ve Mersin'de gerçekleştirilecek projelere öncelikle toplam 600 bin Euro destek sağlanacağı belirtiliyor. Projeler en fazla 12 ay sürecek. AKP'nin kuruluş sürecinde AKP'YE dayatılan KANTON MODELİ! AKP'nin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, kendisine gönderilen memorandumda belirtilen küreselleşmenin şehir devletleri planına uyacağını, parti programında ortaya koymuştu. Dünyayı yönetmeye soyunmuş elit, milli devletleri parçalamak istiyordu. Bunun için şehirleşme adı altında eski Yunan tarzı şehir devletleri modelini gündeme getiriyorlardı. Tayyip Erdoğan'a söylenen, bu politikaya uyması halinde, destek göreceğiydi... Erdoğan da küreselleşmenin şehir devletleri planını, parti programı haline getirmişti. Recep Tayyip Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması planı, AKP Program ve Tüzüğü'ne hemen hemen aynı ifadelerle geçirilmişti. Bir lobi şirketi vasıtasıyla Erdoğan'a New York'tan gönderilen memorandumda "Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız..." deniliyordu... Memorandumdaki dünya, hangi dünyadır, o belli değildi ama, bunu küreselleşme politikalarını ABD vasıtasıyla bütün dünyaya dayatan güç merkezi olarak değerlendirmek gerekir. Sonunda, AKP hükümeti "devlet reformu" adı altında, küresel güçlere verdiği sözü tutmaya başladı. Türkiye'nin 80 yıllık yönetim yapısının değiştirilmesi için düğmeye basıldı. 2003 Nisan ayında çıkan haberlerde "Adalet, Maliye, Milli Savunma, İçişleri ve Çalışma Bakanlıkları dışındaki tüm bakanlık ve bağlı kuruluşların taşra teşkilatları kaldırılacak..." deniliyordu. Bir başka habere göre ise, İsviçre Kanton Modeli ile İtalyan Birlik Modeli örnek alınarak hazırlanan Kamu Yönetimi Reform Tasarısı'nda eğitim, sağlık, din hizmetleri İl Özel İdareleri'ne devrediliyordu... Devletin taşradaki en üst düzeyde temsilcisi olan valiler, mevcut tasarıda İçişleri Bakanlığı'nın elemanı konumuna getiriliyordu. Valilerin birçok yetkisi İl Özel İdareleri ve belediyelere veriliyor. Habere göre, İstanbul için ayrı bir statü oluşturulurken, Moskova ve New York kentlerindeki uygulama esas alınacaktı. Diğer illerde kapatılan il teşkilatları İl Özel İdaresi'ne bağlanırken İstanbul'da belediyeye devredilecekti. İstanbul'a taşrası olmaması ve Anadolu-Rumeli yakası olarak iki parçadan oluşması da dikkate alınarak özel bir statü verilecekti. Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, tasarının henüz netleşmediğini söylüyor ama bu bilgileri kamuoyuna kendisi sızdırdığına göre, tepki gelmezse, AKP hükümetinin, bütün bunları gerçekleştirmeyi planladığı anlaşılıyordu... Elbette, bu çürümüş devlet yapısı değişmeliydi... Ancak, asıl arıza devlet sisteminde değil, sistemin planlı-programlı olarak bazı zümrelerin, çetelerin eline geçmiş olmasında aranmalıydı. İsviçre Kanton Modeli veya İtalyan Birlik Modeli gibi sözde değişimler, ihtiyaçtan çok, küresel dayatmaların eseri olarak gündeme getirilmekteydi. Türkiye coğrafyasını Rio Tinto şirketi ile stratejik işbirliği yaparak paylaşan AMDL adlı şirketin raporunda bu durum açıkça belirtiliyor.Rio Tinto Kim? Türkiye'nin bor madenleriyle ilgilenen kuruluş. Burada "Türkiye Federal Devleti" deniliyordu. Eski BM Genel Sekreteri Butros Gali, İstanbul'daki Habitat Toplantısı'nda, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yanı başındayken "Türkiye Federal Cumhuriyeti" gibi, "İstanbul Federe Devleti" gibi ifadeler kullanmıştı. İşte AKP'ye uygulatılmak istenen kanton modeli, Butros Gali'nin o zamanlar "Dünya 200 devletli olmaktan 2000 devletli, hatta 5000 devletli bir yapılanmaya doğru gidiyor" diye dile getirdiği planın ürünüydü ve Erdoğan'a gönderilen memorandum bunun açık belgesiydi... AKP'ye uygulatılmak istenen kanton modeli, Sevr Antlaşması'nda Pontus ve Kürdistan olarak çizilen bölgelerde, AMDL şirketine verilen maden ve petrol arama imtiyazı ile ilgilidir!
EYALETLERİN ADI BİLE BELİRLENDİ
"Kültür ve kimlik" sloganları adı altında, çevreciliği ve "Türk evleri"ni de kamuflaj olarak kullanarak Ermeni kültürünü diriltmeye uğraşanları mı anlatalım, yoksa, Rockefeller parasıyla Osmanlı dönemi azınlık tapuları araştırması yapanları mı? Bir süre önce medyada propagandası yapılan İtalyanlar'ın "Veneto'dan Batı Karadeniz Bölgesi'ne" sloganlı bisiklet gezisinin arkasından, küreselleşmenin "yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak"
planının çıkmasını mı anlatalım, yoksa bu projenin de Tayyip Erdoğan'a gönderilen memorandumla örtüştüğünü mü? İşte sadece Paflagonia projesinde aynen şöyle deniliyordu: "Amacı ulusal devletlerin iç federasyonunu gerçekleştirmek olan, politik bir fenomen geliştiriliyor. Küreselleşme ve kimliği arama çalışmaları aynı paralelde seyreden iki muhakemeyi birleştiriyor... Orijinin bulunması, kişinin bölgeler ve devletler üstü bir kimlik kazanması olarak yorumlanıyor ve temelinde kişinin birçok ülkenin yurttaşıymış gibi düşünmesi fikrine ulaşılıyor. Sonuçta, en ideal biçimine, çoklu kimlik noktasına dönüşüm sağlanıyor."
"Köklere Dönüş Projesi" dosyası ile birlikte dağıtılan haritaya göre, federe devletlerin adları şöyle: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfilya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya... Şimdilerde Kastamonu'da ve yedi bölgede, bu programın altyapısı hazırlanıyor! Türk çocuğu, Türk Milleti'ne mensubiyet bilincini kaybetsin diye yedi düvel uğraşıyor. TÜSİAD ve bağlı medyası bu projeleri açıktan destekliyor... TÜSİAD, ayrıca ders kitaplarını da değiştirerek bu yönde adımlar atıyor. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu'nun yeni başkanı, daha önce "yerel tarih araştırmaları" adı altında Rockefeller Vakfı'nın mali desteğiyle Osmanlı dönemi azınlık tapularını da araştıran Tarih Vakfı'nın Başkanı Orhan Silier ile birlikte ders kitaplarının değiştirilmesi üzerine televizyonlarda canlı yayınlara katılıyor!
SORUMLULUKLARIMIZI YERİNE GETİRİRİZ
Türkiye Kamu-Sen Tekirdağ İl Temsilcisi Muzaffer Doğan ise yaptığı konuşmada, AKP iktidarını eleştirdi. 3 Kasım'da tünelin ucunda görünen kuvvetli ışığın, bugün üzerimize gelen lokomotifin ışığı gibi göründüğünü kaydeden Doğan, "Türkiye: Popstar'ı Kıbrıs konusunda, darbeyi demokrasiden, Asmalı Konak dizisini Avrupa Birliği'nden daha fazla tartışmıştır. Bu yüzden ülkenin temel sorunları sürekli gözden kaçırılmıştır. Temel altyapı sorunları gözden kaçırılınca üst yapının fason sorunları gündemi meşgul etmektedir" dedi.
Türkiye'yi yönetme sorumluluğunu üstlenenlere seslenen Doğan, "Balkanlarda, Kafkaslarda, Kerkük'te uğranılan hezimeti bir de Kıbrıs da bize yaşatmayın. Milli menfaatler doğrultusunda atacağınız her adımda yanındayız, aksi halde ülkenin en büyük sivil toplum kuruluşu olarak sorumluluklarımızın gereğini meşru zeminde yerine getirmekten çekinmeyeceğiz" diye konuştu.