Türkiye Kamu-Sen'e bağlı Türk Enerji-Sen, Türk Büro-Sen, Türk Diyanet Vakıf-Sen ve Türk Yerel Hizmet-Sen genel kurullarını yaparak güven tazelediler
Türkiye Kamu-Sen'e bağlı Türk Enerji-Sen, Türk Büro-Sen, Türk Diyanet Vakıf-Sen ve Türk Yerel Hizmet-Sen genel kurullarını yaparak güven tazelediler. 29-30 Ocak 2005 tarihleri arasında yapılan genel kurullarda Türk Enerji-Sen'de Bircan Akyıldız, Türk Büro-Sen'de Fahrettin Yokuş, Türk Diyanet Vakıf-Sen'de Bilal Eser, Türk Kültür Sanat-Sen'de ise Hasan Hüseyin Yılmaz yeniden Genel Başkanlığa seçildiler. Türk Yerel Hizmet-Sen'de ise Mehmet Çengel Genel Başkanlık yarışında ipi önde göğüsledi.
5-6 Şubat 2005 tarihlerinde 5 sendika daha genel kurullarını tamamladıktan sonra Türkiye Kamu-Sen, 2005 Mart ayı başında genel kurulunu yapacak.
YAPILAN SEÇİMLERDE SENDİKALARIN YÖNETİM KURULLARINA ŞU İSİMLER SEÇİLDİ:
TÜRK ENERJİ-SEN
Bircan AKYILDIZ
Basri AYDIN
Ahmet ÖZCAN
Necmettin PARLAK
Muzaffer DEMİR
TÜRK BÜRO-SEN
Fahrettin YOKUŞ
Sabahattin KAVLAK
Memduh ÖZER
Rahmi ERDEM
Bayram ÖZTÜRK
Osman EKSERT
Hüseyin ASLAN
TÜRK DİYANET VAKIF-SEN
Bilal ESER
Hazım Zeki SERGİ
Nuri ÜNAL
İbrahim BATUN
Ahmet GÜMÜŞ
Rüstem KURMAÇ
Muhammet AYDIN
TÜRK KÜLTÜR SANAT-SEN
Hasan Hüseyin YILMAZ
Şeynan ÇELİK
Ömer Rıza KILIÇARSLAN
Hamdi DİNÇER
Fatih KORALTAN
İsmail EROĞLU
Uğur YILDIRIM
TÜRK YEREL HİZMET-SEN
Mehmet ÇENGEL
Mustafa ŞENGÜL
Fikret BAYDOĞAN
Ali YORGA
İlhan KOYUNCU
Yeniden Türk Enerji-Sen Genel Başkanlığı görevine seçilen Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız'ın sendikasının genel kurulunda yaptığı konuşması şöyle:
Sendikamızın kuruluşundan bu yana emeği geçen, Türkiye Kamu -Sen'in ve TÜRK ENERJİ-SENDİKASI'nın kurucuları; başta Sn. Ali Işıklar olmak üzere Sn. Harun Önder'e, Sn. Cengiz Öztürk'e, Sn. Abdullah Tatar'a, Sn. Bekir Gedikoğlu'na, Sn. H. Hüseyin Ağda'ya, Genel Merkez yöneticisi olarak, şube başkanı ve yönetim kurulu üyesi olarak, il, ilçe ve işyeri temsilcisi olarak görev yapmış olan gönül erlerine, şükranlarımı sunuyor, yine başta Sn. M. Zeki Ayhan olmak üzere hayatta olmayanlara Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığını somutlaştıran, bu devletin olmazsa olmaz unsurları olan, devleti adına vatandaşına, bütün olumsuzluklara rağmen, kamu hizmetini en iyi şekilde sunmaya çalışan, ülkemizin her karış toprağında her türlü fitneyle mücadele eden tüm kamu çalışanlarını sevgiyle, saygıyla kucaklıyorum.
Asrın felaketi olarak ifade edilen ve 300 bine yakın insanın hayatını kaybettiği Tusunami Felaketi benzeri felaketlerin bir daha yaşanmamasını diliyor, tüm insanlığı bu tür felaketlerden korumasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ederken, tüm kamu çalışanlarını, bu bölgeye ulaştırılmak üzere başlatılan yardım kampanyalarına katılmaya davet ediyorum.
Değerli misafirler;
Son yıllarda, tüm dünyada; ama özellikle bazı bölgelerde terör olaylarında gözle görülür bir artış yaşanmaktadır. Sanki ABD'ne yapılan 11 Eylül saldırısıyla başlayan, İstanbul'da sinagoglara yapılan bombalı saldırılarla devam eden, Irak, İran, Afganistan, Suriye, Türkiye gibi ülkeleri de içine alan geniş kapsamlı bir terör operasyonu için birileri tarafından düğmeye basılmıştır. Olaylardaki bu artış, küreselleşmenin acı sonuçlarından sadece bir tanesidir.
Dünyada üretilen enerjinin yüzde 80'ine ihtiyaç duyan küresel güçler için, gelecekteki en büyük sorun, su ve enerji problemi ile karşı karşıya kalma ihtimalidir. Gerek ABD, gerekse batılı diğer ülkeler, dünyanın en zengin enerji kaynaklarına sahip olan Ortadoğu ve Kafkasya'ya hakim olarak gelecekte yaşaması muhtemel sorundan kurtulmayı amaçlamaktadır. Enerji kaynaklarına sahip olmak, aynı zamanda tüm dünyaya hakim olmak demektir. Bu durumda, dünyanın kontrol edilebilmesi için enerjiye, enerjiye sahip olabilmek için de Ortadoğu'ya ihtiyaç vardır. Bu sebeplerden dolayı tüm emperyalist ülkeler uzun zamandan beri Ortadoğu ve çevresinde, içerisine Türkiye'yi de dahil ederek hakimiyet planları kurmuşlardır.
Bugün gitgide büyüyerek, İran'ı da içine alma eğilimi gösteren sözde "terörle mücadele", emperyalist devletlerin su ve enerji kaynaklarının kontrol altına alınması operasyonundan başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında, bütün bu eylemlerin arkasında yatan hedefin içinde Türkiye'nin de olduğunu görmek için, kahin olmaya gerek yoktur. Bu nedenle, Ortadoğu böyle bir hain terör oyununun sahnesi olurken, ülkemiz de nasibini almıştır. Özellikle Sovyetler Birliği'nin çökmesiyle ülkemizde de oynanmaya çalışılan "terör" oyunu, devletimizin kararlı ve iradeli yaklaşımı sonucu bir süreliğine bertaraf edilmişti. Ancak 2001 Eylül'ünden sonra, ABD'nin yanı başımızda konuşlanmasıyla birlikte farklı şe-erde, ama aynı hedefte yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır. Ne yazık ki; bu gün, siyasi iradenin anlaşılmaz tavrı sonucu, ülkemiz artık bölgesine hakim olamaz, yanı başındaki soydaşlarını dahi koruyamaz duruma düşmüştür. Türkiye büyük ve güçlü bir devlettir. Güçlü devletler ise koruyucu ve kollayıcı olmak durumundadırlar. Oysa şu anda Irak'ta, sözde demokrasi ve özgürlük adına bir takım oyunlar sahnelenmekte ve soydaşlarımız bu oyunun figüranları olarak heba edilmektedir. Irak'a sözde demokrasi getirmek isteyen güçler, Kerkük'te Türkmenleri yok etmek için her türlü faaliyet içine girmektedirler. Bölgeye sonradan getirilen göçmenlere oy kullandırılarak, Türkmenler yok sayılmakta ve demokrasi adına, insanlık adına büyük bir vahşet ortaya konmaktadır. Bu vahşetin ve adaletsizliğin gölgesinde yapılacak olan seçimler tartışmalıdır ve meşru değildir. Büyük Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkililerini bu konuda daha duyarlı ve aktif olmaya çağırıyorum.
Bizler on binlerce vatan evladımızı teröre kurban vermiş bir millet olarak, tüm dünyada yaşanmakta olan terörün, ne denli acı bir tecrübe olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ancak hiçbir terörist gurubun arkasında devlet gücü olmadan ayakta kalamayacağının da bilincindeyiz. Bazı devletler var ki; terör odaklarını destekleyerek başka ülkeler üzerindeki çıkarlarını korumaya, kontrollerini arttırmaya çalışıyorlar. Teröristlerin iddiaları, sözde yoksulluğa, açlığa ve adaletsizliğe karşı bir başkaldırı; ancak ne hikmetse ellerindeki silahların değeri on milyarlarca doları buluyor. Bu nedenle, 11 Eylül'le başlayan, Afganistan, Irak ve şimdi de İran'ı içine alarak gitgide büyüyen küresel terörün, devletlerin destekleri olmadan yaşayamayacağı gerçeğini bir kez daha belirtmek istiyorum. Teröristleri de bunları besleyen ülkeleri de lanetliyorum.
Türkiye'nin AB macerası 59. hükümetle beraber, traji - komik bir hikayeye dönüşmüştür. Siyasi iradenin Avrupalılar karşısında takındığı ilkesiz tutum, Avrupa'nın ülkemiz üzerindeki iştahını iyice kabartmıştır. Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi tam üye olarak arasında görmek istemediği, bu gün artık hepimizin malumudur. 17 Aralık kararları göstermiştir ki; yelkenleri Avrupa Birliği rüzgarlarıyla şişirilmiş Türkiye, küreselleşme kasırgasının ortasına doğru sürüklenmektedir. Ülkemiz, uçsuz bucaksız bir okyanusta yapayalnız ve korunaksız bırakılmak istenmektedir.
AB'nin olur olmaz her isteğine "evet" denmekte, dış politikamız ABD'ye, iç politikamız AB'ye ve ekonomimiz de IMF'nin ellerine teslim edilmektedir. Görünen o ki; siyasi irade maç spikeri gibi, olayları anlatmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır.
Hatırlanacağı gibi, 17 Aralık 2004'te, 3 Ekim 2005 için Kıbrıs şartına bağlı olarak bir müzakere tarihi alınmıştır. Bu zirveden çıkan sonuç, AB-Türkiye ilişkilerinin tam üyelik dışında bambaşka bir mecraya doğru sürüklendiğidir.
17 Aralık öncesi; olmazsa olmaz şartlarımız olan, adına kırmızı çizgiler dediğimiz, Kıbrıs'ta taviz verilmeyeceği, serbest dolaşım hakkından vazgeçilmeyeceği, görüşmelerin ucunun açık olamayacağı ve diğer aday ülkelerden istenenlerin dışında farklı taleplerin kabul edilmeyeceği konularında, maalesef sonuç alınamamıştır. Kırmızı çizgilerimiz bir anda yok olmuştur. Nitekim bu tutum, bizleri şaşırtmamıştır. Zira, önce çizgiler çizip, sonra bu çizgileri silmek siyasi iradenin yeni yaptığı bir iş değildir.
Türkiye Kamu-Sen olarak, Avrupa ülkelerinin refah seviyesine ulaşılacak, milli birliğimize zarar vermeyecek, egemenlik haklarımızı ortadan kaldırmayacak ve karşılıklı çıkarlarımızın olacağı bir birlikteliğe karşı olmamız mümkün değildir.
Ancak, bugüne kadar ülkemize yapılan dayatmalar, çifte standartlar ve iki yüzlü anlayışlarla Türk Milleti aşağılanmaktadır. Sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti'yle alay edilmektedir. AB ülkeleri, ardı arkası kesilmeyen sınırsız taleplerde bulunmakta, Lozan'ı ortadan kaldırıp Sevr'i hortlatmanın peşinde koşmaktadırlar.
17 Aralık'ta kabul edilen kararlar sonrasında artık ülkemiz bu konuda inisiyatifi tamamen AB'ye bırakmış görünmektedir. Çünkü son zirve ile birlikte Avrupa Birliği'nin tüm dayatmalarının kabul edildiği beyan edilmiştir.
Bakınız AB'nin raporlarında neler var:
"Türkiye'de, Lozan'da kabul edilen gayrimüslim azınlıkların dışında yaklaşık 40 ayrı azınlık olduğunu kabul edin. Alevileri de bu kapsamda azınlık olarak değerlendirin. Misyonerlik faaliyetlerine izin verin, misyoner vakıf ve derneklerin faaliyetlerine müdahale etmeyin. Ortodoks Kilisesi'ni ekümenlik olarak tanıyın."
"Heybeliada'daki Ruhban Okulu'nun açılması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsun olmasın, Müslüman olmayan tüm kesimlerin taleplerini yerine getirin. Azınlıklara Türkiye içinde bir kültürel özerklik verin. Abdullah Öcalan'ı bağımsız bir mahkemede yeniden yargılayın" diyorlar.
"Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının % 37'sini yasadışı bir biçimde işgal ediyorsunuz. Kıbrıs'taki işgalci askerlerinizi geri çekin. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni, Kıbrıs'ın bütününü temsilen tanıyın. Güney Kıbrıs Rum kesimi ile Gümrük Birliği çerçevesinde ticaret yapın. Kıbrıs konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açılan Loizidou benzeri, diğer davaların sonuçlarını da kabul edin, tazminatlarını ödeyin."
"Petrol, doğalgaz ve nükleer alanda, AB politikalarına uygun davranın. Çıkış noktası ülkenizde olan ve komşu ülkelerde denize dökülen akarsularınızın kontrolünü uluslar arası bir konsorsiyuma bırakın. Türkiye, tüm dış politikasını AB'nin hedefleri doğrultusunda yönlendirmelidir. Ermenistan sınır kapısını açın. Ermeni soykırımını tanıyın. Türkiye Devleti'nin kurulması öncesinde Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımı kamuoyu önünde kabul edin" diyorlar. Ayrıca Ege sorununu Yunanistan'ın istekleri doğrultusunda çözmemiz için de telkinde bulunuyorlar.
"Türkiye'nin üyelik süreci öncekilerden farklı olacaktır. Türkiye'nin üyeliği geçiş süreci ile birlikte 2025 yılından önce olamaz. Muhtemel göç akımını önlemek için geçiş süreci çok uzun tutulabilir. Türk vatandaşlarının AB içinde serbest dolaşımı kalıcı olarak engellenecektir. Üyelik müzakerelerinde kararlar oy çokluğu ile değil, oy birliği ile alınacaktır. Tarım, yapısal politikalar (kamu yönetimi, kamu personel rejimi, vs.) ve kişilerin serbest dolaşımına getirilecek kısıtlamalar kabul edilmezse görüşmeler tıkanır."
"Her talebi yerine getirmiş olmanız önemli değil, AB'nin de bu üyeliği kabullenme süreci olacaktır. Bu nedenle müzakere süreci size bağlı olmaksızın uzayabilir. Her yıl yeni siyasi taleplerle geleceğiz. Kürtler'e, azınlıklara ve gayri Müslimlerin faaliyetlerinde yapılacak herhangi bir kısıtlama, müzakerelerin askıya alınmasına neden olacaktır. Konsey yeni standartlar belirleyerek, istediği zaman müzakereleri kapatabilir. Bu şartlar altında yine de; bütün isteklerimizi yapsanız bile, müzakereler sonunda AB üyeliğiniz garanti olmayacaktır." diyorlar.
17 Aralık'ta Türk tarafının bayram havası içinde kabul ettiği bu şartlardan sonra artık Avrupa Birliği'nin astarı, yüzünden pahalıya mal olacaktır. Bu nedenle, Türkiye'nin kendisine Avrupa Birliği dışında bir rota çizmesi, hayati bir gereklilik halini almıştır. Türki Cumhuriyetleri de içine alacak şekilde genişletilmiş, merkezi Ankara olan bir Avrasya Birliği, Avrupa Birliği'nin alternatifi olarak Türkiye'nin önünde durmaktadır. Eğer Türkiye büyük düşünürse, bunu başarabilecek güçtedir. Bu süreçten sonra, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi bu haliyle içine almayacağı açıklık kazanmıştır. Türkiye'nin önünde iki yol vardır. Ya bu günkü, üniter ve ulus-devlet yapısıyla kendine başka bir çağdaşlaşma yolu çizecek ve kardeş devletleri de yanına alarak tüm dünyaya örnek bir çağdaşlaşma gerçekleştirecek ya da AB'nin istediği yapısal dönüşüme razı olarak federal bir yönetim anlayışı içinde, bölünmüş, egemenliğini devretmiş, enerji kaynaklarını kaybetmiş bir şekilde, ucu görünmeyen, karanlık bir müzakere sürecine yelken açacaktır.
Değerli misafirler;
Avrupa Birliği projesi, Türkiye için yalnızca bir oluşuma üyelik anlamı taşımamaktadır. Bu, aynı zamanda milletimiz ve devletimiz açısından tam anlamıyla yapısal, siyasal ve kültürel bir dönüşüm sürecidir. Bu nedenle ülkemiz bir taraftan yapısal ve siyasal; diğer taraftan da kültürel bir değişimin içine itilmektedir. Kültürel değişim içinde misyonerlik faaliyetlerinden, ahlaki değerlerimizin, bayramlarımızın, örf ve ananelerimizin yok edilmesine kadar pek çok konu mevcuttur. Siyasi iradenin birincil önceliği Avrupa Birliği olduğu sürece, bu kültürel değişim, Avrupalı misyonerler aracılığıyla yapılırken, siyasi ve yasal zemin de bulmaya devam edecektir. Çünkü siyasi irade yolunu bu yönde çizmiştir. Bu gelişme Türk Milleti için kabul edilebilir değildir. Siyasi iradeye bir kez daha seslenmek istiyorum: Kapatın artık şu AB dosyasını!
Yıllardan beri ülkemiz, gerek içeriden gerekse dışarıdan etkilerle, tehditlerle, bazı malum çevreler aracılığıyla yıpratılmış, kaynaklarımız ve değerlerimiz talan edilmiştir. Ancak; ne hikmetse hazırlanan her kanun tasarısı bu olumsuzlukların kaynağı olarak kamu kurumlarını ve kamu çalışanlarını göstermektedir. Kamu Yönetimi Reformu'nda, memleketimizin içinde bulunduğu ekonomik ve idari sıkıntının nedeni kamu kuruluşlarına ve kamusal yapılanmaya bağlanmış, merkezi yönetim ilkesi ve idari yapılanmayla ilgili hayati öneme sahip ilkeler yok edilmek istenmiştir. Bankalardan hortumlanan, hayali ihracatlara, yolsuzluklara giden milyarlarca doların faturası devletin kurumlarına, dolayısıyla kamu çalışanlarına çıkarılmaktadır.
Kamu Personel Rejimi'nin değiştirilmesiyle de memurlar günah keçisi olarak cezalandırılmak ve tasfiye edilmek istenmektedir. Başta kamu yönetimi reformu tasarısı olmak üzere, yerel yönetimler yasası ve kamu personel reformu yasa tasarılarıyla hükümet, bir yandan yerelleşme adı altında federal bir yapılanmanın önünü açarken diğer yandan kamu çalışanlarının mevcut statüsünü değiştirmeye, memur güvencesini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Memur güvencesinin ortadan kaldırılmasının yolu da her yıl yenilenecek olan sözleşmeli statüye geçiş olacaktır.
Bürokratik engellerin, kamu hizmetlerindeki kalitesizliğin tek sorumlusu, memurlar olarak gösterilmektedir. Ancak kamu görevlilerinin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılarından, kamu çalışanlarının arasındaki ücret adaletsizliğinden, çalışma şartlarının yetersizliğinden, insafsızca yapılan sürgün ve kıyımlardan bahsedilmemektedir.
Bu suçlamaların ardında yatan gerçek; halkımızda memura ve kamu çalışanına karşı nefret uyandırarak, devlet yapılanmasında gerçekleştirilmek istenen değişimin kolayca yapılabilmesi, başkanlık sistemi içinde, federal bir yapılanmanın sağlanabilmesidir. Ancak; Türkiye Kamu-Sen olarak bizler, bu oyunların farkındayız ve var gücümüzle gerçekleri halkımıza anlatmaya devam edeceğiz.
Söylenenlerin altında yatan gerçekleri gördüğümüzde anlamakta güçlük çektiğimiz olaylar, açıklık kazanıyor. Hükümet, devletin yapılanmasını değiştirmek için bahaneler arıyor. Başkanlık sisteminin gelmesi, ardından federatif bir yapıya zemin hazırlanması için "bürokratik oligarşi" tanımı türetiliyor ve yapılamayan icraatların bahanesi olarak devlet memurları günah keçisi ilan ediliyor. Sanki siyasi iradenin iyi bir şeyler yapma gayreti varmış da, görünmeyen bir el onları engelliyormuş gibi bir hava yaratılıyor.
Ancak ne yazık ki; koparılan bu yaygaranın altından yine AB'ye uyum çıkmaktadır. Memurları ülkesinin sırtında bir kambur gibi göstermek isteyen zihniyet; memursuz bir Türkiye özlemiyle yanıp tutuşan, her işin özel sektörce ve sözleşmeli personeller tarafından gördürüldüğü, iş güvencesinin ortadan kaldırıldığı, federal bir yapının hayalini kuran küresel sermayeye hizmet etmektedir. Bir tarafta küreselleşme ve AB adı altında bu değişim ve dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Diğer tarafta uluslar arası kuruluşların ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlarda, devletimizin egemenlik alanlarını kemirmekte oldukları göze çarpmaktadır. Bu gün ülkemizde görmekte olduğumuz bu sancılı dönüşüm süreci de ulus ötesi güçler olan IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, TESEV gibi kuruluşların baskılarıyla ortaya çıkmıştır. Ne acıdır ki; hükümetimiz bu baskıları defetme ve onurlu bir yönetim gösterebilme erdeminden uzak, teslimiyetçi bir yaklaşım içindedir.
Hükümetin bugün yapmak istediği şey; önce bir problem varmış gibi gösterdikleri devlet yapısını, küresel güçlerin isteği doğrultusunda değiştirmektir. Nitekim Köy Hizmetleri'nin kapatılarak, görevlerinin yerel idarelere devredilmesi, yerelleşmenin, ardından da federalizmin yolunu açacak girişimlerin sadece başlangıcıdır.
Geçtiğimiz günlerde meclis gündemine taşınmış olan Bölgesel Kalkınma Ajansları, adından da anlaşılacağı gibi merkezi idareden bağımsız, yalnızca bölgesel özerklik gösteren birer kuruluş olarak hayata geçecektir. Bu ajanslar, mali olarak sorumlu, ancak idari açıdan bağımsız olacaklardır. Aynı zamanda, yol, su, kanalizasyon, çöp toplanması gibi faaliyetleri belediyelerden devralarak özel sektöre verebileceklerdir. Bölgesel Kalkınma Ajansları, AB'nin isteğine uygun olarak, Türkiye'yi yönetim olarak bölgelere ayıracaktır.
Yerel yönetimlerin güçlendirilerek merkezden ayrılmasının ardından, kamu personel rejiminde yapılacak değişiklikle, planlanan dönüşüm tamamlanmış olacaktır. Yeni personel rejimi sözleşmeli statü esasına dayalı, memur güvencesini kaldıran yeni bir yapı getirecektir.
Bütün bunlarla beraber, asıl dikkat çeken konu, bu reform adı altında yürütülen, yeniden yapılanma faaliyetlerini yalnızca bir kişinin; başbakanlık müsteşarının hazırlıyor ve yürütüyor olmasıdır. Öyle ki; bazı kuruluşlarda yapılan düzenlemelerden, o kuruluşun başındaki bakanın dahi haberi olmamaktadır. İşte siyasi irade, değişimi, toplumdan ve kendi içinden bu denli kopuk ve emri vaki şeklinde gerçekleştiriyor. Çünkü bu yapısal değişim, AB'nin emridir ve hükümet bu emirleri kendi bakanına dahi danışmadan yerine getirmektedir.
Toplumdan tepki çeken kanunlar, bir bütün olarak meclisten geçirilemeyince, siyasi irade bu kanunları parçalayarak yavaş yavaş yürürlüğe koymaktadır. Bu ülkemiz açısından büyük bir tehlike demektir.
Son zamanlarda başbakan sık sık ekran karşısına geçip, dış politikayla, ekonomiyle ve ücretlerle ilgili konuşmalar yapıyor. Akşam saatlerinde ulusa sesleniş şeklinde yapılan bu konuşmalar, adeta "uykudan önce, büyüklere masallar" şeklinde geçiyor. Sayın başbakan bu konuşmalarında öyle güzel şeyler söylüyor ki sanırsınız, memleket güllük gülistanlık, işsizlik diye bir sorun kalmamış, ücretler her geçen gün yükseliyor, tüm çalışanlar halinden memnun, Irak diye bir sorunumuz yok, Kıbrıs meselesi halledilmiş... Bir çoğumuz da akşam, yorgunluğun verdiği rehavetle uyuyup, bu vaadler ışığında pembe rüyalara dalıyoruz. Ancak sabah sokağa çıktığımızda, adeta dünya başımıza yıkılıyor, çünkü gerçeklerle karşılaşıyoruz. Akşam, başbakanın halinden memnun olduğunu söylediği memur, işçi, emekli, dar gelirli perişan. İşsizlik resmi rakamlara göre yüzde 10'larda. Kredi kartı borçları artmış durumda. Başbakanın akşam söyledikleri ile gerçekler arasında ak ile kara kadar fark var.
Son zamanlarda, her yandan memurlara saldırılmakta ve memurlarımız hak etmediği bir çok iftiraya maruz kalmaktadır. Bu saldırıların bilinçli olarak yapıldığını söylemeye gerek yoktur. Geçtiğimiz günlerde TOBB Başkanı da 200 bin memurun yalnızca sicil ve özlük işleri ile meşgul olduğunu söyledi. Böyle bir şeyin gerçeği yansıtmadığını zaten tüm kamuoyu bilmektedir. Bu tür söylemlerle kamudaki verimsizliğin hesabını, kamu çalışanlarına çıkarabileceğini zanneden zihniyet yanılmaktadır. Çünkü tüm vatandaşlarımız, memurlarımızın ne denli olumsuz koşullarda, özveri ile çalıştığının bilincindedir. Bizler bu zihniyetin asıl amacının, memursuz bir Türkiye yaratmak olduğunu da çok iyi biliyoruz.
Bu arada memurların piyasa şartlarına oranla daha iyi ücretler aldıklarına dair bir takım gerçeği yansıtmayan beyanlara şahit oluyoruz. Oysa resmi rakamlara göre bile 1990-2003 yılları arasında net memur maaşları, kamu kesimi işçi ücretleri karşısında reel olarak yüzde 28 oranında erimiştir.
Kamu kesiminde ortalama net işçi ücretleri, ortalama memur maaşının 2,1 katıdır. İş gücü maliyeti açısından bakıldığında, kamuda bir işçi maliyetine 3 memur çalıştırılmaktadır.
1994-2004 yılları arasında ise, TÜFE artışları ile memur ücretleri kıyaslandığında, memur maaşlarının 10 yıl içinde reel olarak yüzde 33 eridiği görülmektedir. Bununla birlikte, en düşük ücret alan memurla en yüksek ücret alan arasında ek ödemeler ve yardımlar da eklenince 20 kat fark oluşmaktadır. Çalışanlarımız üzerindeki vergi yükü, her geçen gün biraz daha artmış, artık dayanılamaz noktaya gelmiştir. 2001 yılında toplam gelir vergisinin yüzde 32.93'ünü üstlenen çalışanlar, 2002 yılında ülke genelindeki gelir vergisinin yüzde 36.77'sini, 2003 yılında da yüzde 38.37'sini ödemek durumunda kalmışlardır. OECD verileri de Türkiye'nin çalışanların ücretlerinde en fazla kesinti yapılan ülkeler arasında yer aldığını ortaya koymaktadır. OECD verilerine göre, Meksika'da çalışanlar için ortalama vergi oranı yüzde 4.4'de kalırken, bu oran Yunanistan'da yüzde 15.9, İrlanda'da 16.4, Japonya'da 17.4, İspanya'da 18.5, İsviçre'de 21.2, seviyesinde bulunuyor. Türkiye'de ise yüzde bu oran 29.7'dir.
Bütün bu gerçekler resmi verilerle sabitken, hala bazı kimselerin memur maaşlarının yüksek olduğunu söylemesi bizlere anlamlı gelmektedir. Oysa bu ülkenin vergi yükünü çekenler, her krizin, her afetin faturasını ödeyenler, memurlar ve çalışanlarımız olmuştur.
Memurlarımız bir taraftan her yıl eriyen maaşlarıyla, her yıl artan vergi yüküyle hayat mücadelesi verirken bir taraftan da özelleştirmelerin etkisiyle işlerini kaybetmekte, gelirlerini kaybetmekte; emekliliğe ve tayine zorlanmaktadır. Özelleştirmenin getirdiği olumsuzluklar yalnızca memurlarımızı değil, işçilerimizi de mağdur etmektedir. Özelleştirmenin amacı verimliliğini ve karlılığını yitirmiş olan kamu işletmelerinin özelleştirilerek, yeniden yapılandırılması ve ekonomiye kazandırılmasıdır. Oysa bu gün ülkemizdeki uygulama bunun aksine, karlı, verimli ve stratejik öneme sahip kuruluşlarımızın maliyet fiyatının altında rakamlarla elden çıkarılması şeklinde olmaktadır. Bu durum hem devlet bütçesi açısından hem de özelleştirilen kuruluşlarda çalışanlar için büyük bir sorun teşkil etmektedir. Ayrıca; İsveç'te % 58, Almanya'da % 53, Hollanda'da % 47, İngiltere'de % 41, İtalya'da % 39, ABD'de % 32 olan ekonomideki kamu payı Türkiye'de % 20 iken hala verimli, kar eden ve stratejik kuruluşlarımızın özelleştirilmeye çalışılması, hiç bir mantığa dayanmamaktadır.
Yıllardır yapılan plansız ve gerekçesiz özelleştirmeler sonucunda, pek çok çalışanımız işini kaybetti. Şimdi ise SEKA kapatılmaya çalışılıyor. Tekel, Türk Telekom, Pektim, DSİ, TÜGSAŞ, TEDAŞ gibi değerlerimiz bir bir elden çıkarılmak, küresel sermayeye peşkeş çekilmek isteniyor. Buraların özelleştirilmesiyle, binlerce çalışanımız daha işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Bütün bunların yanı sıra DSİ, MTA, Elektrik İşleri Etüt İdaresi gibi kuruluşlarda, çalışanlar adaletsiz ücret sisteminin pençesinde, aldıkları düşük ücretlerle yaşam mücadelesi vermekteler. TKİ, ETİKROM, ETİBAKIR, ETİALÜMİNYUM ve ETİGÜMÜŞ'de çalışanlarımızın mağduriyetinin bilincindeyiz. Bunlar siyasi iradenin personel ve özelleştirme politikalarından kaynaklanan sorunlardır. Bizler var gücümüzle özelleştirmelerin karşısında, çalışanlarımızın yanında mücadelemizi sürdürüyoruz.
Artık küresel sermayenin değil, bu milletin evlatlarının kazanması için politikalar oluşturmanın zamanı gelmiştir. Ancak siyasi irade bu politikaları oluşturabilecek azim ve duyarlılıktan uzak bir görüntü çizmektedir.
Siyasi iradenin reform paketleri artık korku vermeye başlamıştır. Milletimiz öyle bir kıskaç içine alınmış ki, her reformun altından bir Avrupa Birliği ya da küresel sermaye oyunu çıkmaktadır. Toplumumuzun gündemini bir süredir meşgul eden sosyal güvenlik reformu ve sağlıkta dönüşüm projesi de tuzaklarla dolu bir reform olarak karşımızda durmaktadır.
Hazırlanan reform paketiyle, çalışanların emeklilik yaşının yükseltilmesi, ödenen prim miktarının artması ve emekli aylıklarının da buna bağlı olarak düşürülmesi planlanıyor. 2005'ten itibaren sisteme giren tüm çalışanlar, emekli olabilmek için 9 bin gün prim ödemek zorunda olacak. Başka bir deyimle emeklilik için 25 yıl prim ödemek gerekecek. Yani bundan böyle emekli olmak hayal olacak.
Halen, yıllık bazda SSK ve Bağ-Kur'da yüzde 2,6 ve Emekli Sandığı'nda yüzde 3 olan aylık bağlama oranı, yeni sistemde yüzde 1,5'e kadar gerileyecek. Emekli maaşları, mevcut sisteme göre yüzde 50'ye varan oranlarda azalacak.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi adı altında yürütülen devir ve finansman sağlama politikaları ile de sağlık hizmetlerinin ticari bir mala dönüştürülmesi, ödenen katkı paylarının artırılması planlanmaktadır. Bu değişim yoksulluğu ve sağlık maliyetlerini artıracaktır.
Devlet, sağlık hizmeti üretmek yerine, daha büyük maliyetlerle piyasadan satın alacaktır.
Sosyal Güvenlikte öngörülen bu reformla, tüm haklar geriletilecek, yükümlülükler ise artırılarak sosyal güvenlik açıklarının yükü yine milletimize fatura edilecektir. Yani konu bedel ödemek olduğunda, vatandaşlarımız yine kaderiyle baş başa bırakılmıştır.
Türkiye Kamu-Sen olarak uzun bir süredir AB'ye üye ülkelerle çalışanlarımız arasındaki, demokratik ve ekonomik farklılıkları kamuoyu gündemine taşıdık. 17 Aralık'ta ortaya çıkan, Türklerin AB içinde serbest dolaşım hakkının kalıcı olarak kısıtlanması düşüncesinin temelinde; sendikal ve sosyal haklardan mahrum, ucuz Türk işgücünün, Avrupa iş piyasasında yaratacağı olumsuz etki yatmaktadır. Bunun için, sendikal ve sosyal hakların, AB ve ILO'nun koyduğu kurallar çerçevesinde düzenlenmesinin gerekliliğini unutmamak gerekir.
Bütün bu gerçekler ışığında, 2004 yılında toplu görüşme yerine toplu sözleşme yapmak üzere hükümetle pazarlık masasına oturduk. Taleplerimizin önemli bir kısmı, kamu çalışanlarının ILO kuralları ve uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde grevli, toplu sözleşmeli bir pazarlık hakkı ve siyaset yapabilme hakkı dahil, vatandaşlık haklarının tamamını kullanabilmesi ile ilgiliydi.
Bu haklı taleplerimiz karşılıksız kalmadı ve toplu görüşmelerde, taleplerimizin büyük çoğunluğu hükümet nezdinde kabul edildi. İmzalanan metinde memurlara, grev ve toplu sözleşme hakkı verilmesinden, disiplin cezalarının affına kadar bir çok konuda hükümetin taahhütleri bulunmaktaydı.
Türkiye Kamu-Sen olarak; sorumlu sendikacılık anlayışımız gereği, mutabık kalınan konuların bir an önce hayata geçirilmesi için her türlü girişimde bulunduk. 1991 yılından sonra göreve başlayanların bir üst dereceye yükseltilmesi için gerekli yasal düzenleme yapılmıştır. Kamu görevlilerinin disiplin cezalarının affı konusu, meclis gündemine gelmiş bulunmaktadır.
Geçici görevlendirmeler, bir yıl içinde iki ayı geçemeyecek. Kamu kurum ve kuruluşlarınca düzenlenecek genel eğitim programlarında sendikal haklar ve insan hakları konularına yer verilecek. Sendikalı kamu çalışanlarına tanınan hak ve özgürlükler genişletilecek. Kadın memurlara hamilelikleri süresince ve süt izni boyunca gece nöbeti ve gece vardiyası görevi verilmeyecek. Kamu görevlileri, kadroları ve görevleri dışında bir başka işte çalıştırılmayacak. Bunlar ve benzeri daha pek çok konuda genelge hazırlandı ve bir buçuk aydan beri başbakanlık müsteşarının imzasında bekliyor.
Şimdi önümüzde, siyasi iradenin kabul ederek, yerine getirmeyi taahhüt ettiği yasal ve anayasal düzenlemeler var. Kamu çalışanlarının grevli, toplu sözleşmeli sendikacılık yapabilmesinin önünü açacak olan bu değişikliklerin de bir an önce yapılmasını istiyoruz. Türkiye Kamu-Sen, bu konunun da sıkı bir takipçisi olacaktır. Hükümet söz vermiştir, imza altına almıştır. Verdiği sözü tutmasını bekliyoruz.
Memurlar kabul edilemez taleplerle siyasi iradenin karşısına çıkmıyor. Türkiye Kamu-Sen olarak bizler, memurlarımız adına huzurlu ve insan onuruna yaraşır bir yaşam istiyoruz. Yani bunca yıldır ihmal edilmiş, hor görülmüş, haksızlığa uğramış memurlarımıza, haklarının iade edilmesini istiyoruz. Harabeye dönmüş iş yerlerinde, soğukta, sıcakta, afette, kısacası her türlü olumsuz şartta hizmet vermeye çalışan memurlarımızın çalışma şartlarının iyileştirilmesini istiyoruz. Memurun da vatandaş olduğunun ve demokratik, siyasi ve ahlaki hakları olduğunun unutulmamasını istiyoruz. Artık memurlarımızın yüzünün gülmesini, geleceğe umutla bakabilmesini istiyoruz.
Bu taleplerin hiçbiri, topluma yansıtıldığı gibi, kabul edilemez, karşılanamaz talepler değildir. Ayrıca; huzurlu ve mutlu memurun topluma ve ekonomiye katacağı canlılığı da unutmamak gerekir. Toplum içinde moral motivasyonun artması, manevi değerlerin yükselmesi memurların refah ve mutluluğu ile sağlanabilir. İstediğini elde etmiş, ekonomik ve sosyal seviyesi yükselmiş bir memurun verimliliği de, gördüğü hizmetin kalitesi de artacaktır.
Değerli misafirler;
Bir milletin geleceği, o milletin kökleri ile şe-enir. Mazisinden, milli ve manevi değerlerinden koparılmış milletler ise yok olmaya mahkumdurlar. Bir milletin, sahip olduğu bağımsız bir devleti varsa, varlığından bahsetmek mümkündür. Devleti somutlaştıran tek unsur ise memurdur. Ancak, Ülkemizde yaşanmakta olan gelişmeler; iş güvencesine sahip memur statüsünü ortadan kaldıracak zeminler oluşturmaktadır. Devletinin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünden asla taviz vermeyen Türkiye Kamu-Sen'in, böyle bir oldu bittiye seyirci kalması mümkün değildir.
Bu bakımdan; birlik ve beraberliğimiz her zamankinden daha güçlü ve daha etkili olmak zorundadır.
Sevdası ile, mücadelesi ile "inanan insanların, bir aile Ocağı olan TÜRKİYE KAMU-SEN, her türlü fitne ve hileye rağmen, bu tür uygulamaların karşısında her zaman dik durmasını bilecektir. Çünkü Türkiye Kamu-Sen, kamu çalışanlarının grevli, toplu sözleşmeli, siyaset ve yönetime katılma haklarını içeren sendikal hakların kazanılması yolunda verdiği mücadelesinde gücünü; kuşkusuz, milli ve manevi değerleri ile Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak ülküsüne sahip çıkan mazisi temiz hedeflerinden almaktadır.
Türkiye Kamu-Sen, yıllardır bunun mücadelesini vermektedir. Memurların hak ettiği yaşamı sağlamanın mücadelesini vermektedir ve davasında haklıdır. Bu nedenle de en büyüktür . Bundan sonra da büyük olmaya devam edecektir.
Haklı olduğumuza inanıyoruz ve mutlaka kazanacağız.